Translate
14 Temmuz 2023 Cuma
Bastille Baskını
5 Mart 2023 Pazar
İstanbul’un deprem tarihi
Kuzey Anadolu fay hattının etki alanında yer alan İstanbul, tarih boyunca şehri fiziksel ve sosyal olarak dönüştüren pek çok deprem gördü. Roma İmparatorluğu, Bizans ve ardından Osmanlı dönemleri boyunca bu bölgede yaşanan depremlerin İstanbul'daki yıkıcı etkisi sık sık tarihi kayıtlarda yer buluyor.
Son 2000 yılda yaşanan depremlerin ardından tutulan kayıtlarda "Hasar görmeyen ev, yıkılmayan baca kalmadı" ifadesiyle sıkça karşılaşılıyor.
Uzmanlar dünyadaki bazı diğer deprem bölgelerine kıyasla tarih boyunca “başkent” olmuş İstanbul’da eski dönemlere ait çok sayıda yazılı kayıt olduğunu söylüyor.
BBC Türkçe’ye konuşan, ‘Sismik Şehir Manzarası: İstanbul’un Tarihinde Depremler’ makalesinin yazarı, deprem araştırmacısı Elizabeth Angell, İstanbul’u değişik ölçeklerde etkileyen, farklı büyüklüklerde yüzlerce deprem yaşanmış olabileceğini söylüyor.
İstanbul’da yaşayanların hayatında her zaman deprem olduğunu söyleyen Angell, hasara yol açan 358 yılında ve daha sonra 6. yüzyılda depremler olduğunu ifade ediyor.
“İstanbul’da çok sayıda tarihi yapı var ve bunlar tarih boyunca tekrar tekrar hasar görüp yenileniyorlar. Örneğin Bizans döneminde şehir surları birkaç kez yıkılıyor. Ayasofya da aynı şekilde” diyen Angell, Osmanlı dönemine dair daha çok bilgi olduğunu belirtiyor.
Etkisi en büyük depremlerden birinin Osmanlı tarihinde ‘Kıyamet-i Suğra’ (Küçük Kıyamet) olarak bilinen 1509 depremi olduğunu söyleyen Angell, “Tam sayıları bilmiyoruz tabii ama binlerce insan öldü ve ağır yıkım oldu. Şehir surları zarar gördü, pek çok kule yıkıldı, 100 ciAngell, 22 Mayıs 1766’da Marmara Denizi’nin doğusunda meydana gelen ve İstanbul Boğazı ve Mudanya Körfezi'ne kadar uzanan tsunamiye yol açan önemli bir depremin etkilerinin 5 Ağustos’ta aynı bölgenin batısında yaşanan ikinci bir depremle şiddetlendiğini ifade ediyor. Bu depremlerde 4-5 bin arasında kişinin öldüğünü ve şehirde panik ve kargaşa yaşandığını söyleyen Angell, “Fatih Camii, şehir surları, Yedikule, Kapalıçarşı, Topkapı Sarayı gibi yerlerde hasar oluştu. Hatta padişah bir süre çadırda kaldı” diyor.varı cami hasar gördü” diyor.
Angell, 22 Mayıs 1766’da Marmara Denizi’nin doğusunda meydana gelen ve İstanbul Boğazı ve Mudanya Körfezi'ne kadar uzanan tsunamiye yol açan önemli bir depremin etkilerinin 5 Ağustos’ta aynı bölgenin batısında yaşanan ikinci bir depremle şiddetlendiğini ifade ediyor.
Bu depremlerde 4-5 bin arasında kişinin öldüğünü ve şehirde panik ve kargaşa yaşandığını söyleyen Angell, “Fatih Camii, şehir surları, Yedikule, Kapalıçarşı, Topkapı Sarayı gibi yerlerde hasar oluştu. Hatta padişah bir süre çadırda kaldı” diyor.
17 Ağustos 2022 Çarşamba
Tavşancıl
Ancak depremin merkezine çok yakın olmasına rağmen, körfezdeki bir yerleşim yeri, depremden neredeyse hiç etkilenmedi. Sonradan herkesin dikkatini çekecek olan bu yer, Tavşancıl'dı.
Peki 17 Ağustos depreminde neden Tavşancıl'da kimsenin "burnu bile kanamadı" ve hiçbir bina yıkılmadı?
8 Mayıs 2022 Pazar
Dünyanın en hüzünlü kaya parçası.
Doğal bir kaya parçasına oyulmuş Luzern Aslanı'nın hikayesi tarihten önemli izler ve mesajlar taşıyor. Danimarkalı heykeltraş Bertel Thorwaldsen tarafından 1820’de yapıldı. Kırık bir mızrak ve koruma kalkanı üzerinde uzanan aslan, Fransız Devrimi sırasında öfkeli halkın Tuileires Sarayını işgal ederek Kral 16. Lui’yi korumakla görevli 760 İsviçreli muhafızı öldürmesi anısına yapılmış. Aslanın yüzünde ölüm uykusuna dalan bir hükümdarın ifadesi var.
Kral 16. Lui, 1793 yılında, devrim komitesi tarafından, vatan hainliği suçlamasıyla giyotinle idam edilmişti. Kalkandaki zambak çiçeği simgesinin anlamı ise şöyle:
O dönemde İsviçreli muhafızlar Fransa için paralı askerlik yapıyordu, bu nedenle aslanın üzerinde yattığı kalkanda Bourbon'un kullandığı zambak çiçeği simgesi yer alıyor. Bu simge aynı zamanda 1992-1998 yılları arasında kullanılan Bosna Hersek bayrağında da yer alıyor. Nitekim bu çiçeğe Boşnak Zambağı deniliyor. Ortaçağ'da varlık gösteren Bosna Krallığı'nın bayrağında da bu çiçek yer alıyordu. Fransız tarihçi Georges Duby'ye göre çiçeğin üç yaprağı Ortaçağ sosyal sınıflarını yani İşçi, Asker ve Dini görevlileri temsil ediyor.
Bu simge Kanada'nın Fransızca konuşulan bölümlerinde, bazı Amerikan eyaletlerinde, Floransa'da da kullanılıyor.
Aslan'ın yanında dik duran kalkanda ise İsviçre Bayrağı'ndaki şekliyle haç yer alıyor.
www.gezginlerkulubu.org
14 Mart 2022 Pazartesi
Friedrich Engels'in Karl Marx'ın Mezarındaki Konuşması
Highgate Mezarlığı, Londra. 17 Mart 1883
14 Mart'ta, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan en büyük düşünür düşünmeyi bıraktı. Neredeyse iki dakika yalnız bırakılmıştı ve geri döndüğümüzde onu koltuğunda, huzur içinde uyumuş halde bulduk - ama sonsuza kadar.
12 Mart 2022 Cumartesi
Öncesi ve sonrasıyla 12 Mart Muhtırası
Ertuğrul Günay
Yarım yüzyıl önce, bugün, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları, parlamentoya ve hükümete karşı ortak imzalı bir ‘muhtıra' yayınladı.
Komutanlar, parlamento ve hükümetin tutumunun ülkeyi anarşi, kardeş kavgası ve ekonomik ve sosyal huzursuzluk içine soktuğunu ileri sürüyor ve buna bir önlem olarak ‘partilerüstü anlayış ve Atatürkçü görüşle, anayasanın öngördüğü reformları ele alacak yeni bir hükümetin’ kurulmasını istiyorlardı.
Üç maddelik kısa muhtıranın son maddesine göre, “bu husus tahakkuk ettirilmediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri idareyi doğrudan doğruya almaya kararlı” idi.
Muhtıra, öğle ajansında radyolardan okundu. (O zaman Türkiye’de televizyon henüz deneme yayınları yapıyordu). Akşam 17.30’da Başbakan Süleyman Demirel, muhtıranın anayasa ve hukuk devleti kurallarına aykırı olduğunu belirterek görevinden istifa etti.
Meclis’te sessizlikle karşılanan muhtıranın, parlamentoyu itham eden cümlelerine Başkan Tekin Arıburun Senato’yu açış konuşmasında karşı çıktı. Ancak muhalefetin çoğunluğu muhtırayı destekliyordu. Milli Birlik Grubundan(2) Mucip Ataklı, “Silahlı Kuvvetlerin devrimci isteklerini parlamentonun basiretle değerlendireceğini umduklarını” söyledi. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT), Türk Hukuk Kurumu, Devrimci Gençlik Federasyonu, Türk İş, Disk muhtırayı olumlu karşılayanlar arasındaydı.
Yazının Tamamı4 Temmuz 2021 Pazar
Cleonice Tomassetti
“On iki Alman sıraya girdi, diz çökerek silahlarını doğrulttular. Önce, ilk üçümüzü ayağa kaldırdılar. Aralarında Cleonice de vardı; birbirlerine sarılmışlardı. ‘Hadi’ dedi Cleonice, 'Bu beylere nasıl öleceğimizi gösterelim!’ Üçü de ‘Yaşasın İtalya!’ diye bağırdıktan sonra mermilerle savrulup yere düştüler. Sonra sıra diğer üçündeydi. Sonra, benim sıram geldi… Öldürülen yoldaşların kanlarına ve cesetlerine basmamak için dikkatle yürüdüm, öne çıktım. Rizzato'yu ve yanındaki 15 yaşındaki çocuğu kucakladım. En son namlulardan çıkan ateşi gördüğümü hatırlıyorum. Yere düşerken sol koluma iki, sağ kürek kemiğime bir mermi geldiğini hissettim. Şaşırdım sonra ama. Rizzato ve çocuk üzerime düşmüşlerdi, kan dereler halinde yüzümden akıyordu ama ölmemiştim! O an denemeyi düşündüm, sağ kurtulabilirdim. Gözlerim ve ağzım açık hareketsiz kalarak ölü taklidi yapmaya karar verdim. Bu arada, silah sesleri ve ‘Yaşasın İtalya!’ çığlıkları devam ediyordu. Sonra, bitti. Sessizlik… En son biri geri dönüp, cesetlere de ateş etti. Sonra gittiler…”
Carlo Suzzi anlatıyor bunları… 20 Haziran 1944’te, Fodotoce'de Almanlar tarafından kurşuna dizilen 43 İtalyan partizandan sağ kalan tek kişi olan Suzzi, daha sonra, sürünerek ulaştığı bir evde tedavi edilmiş ve iyileştiğinde kendisine ‘43’ kod adı vererek yeniden partizan birliklerine katılmıştı.
Zor bir hayat
Fodotoce’deki katliam, İtalyan anti-faşist direnişinin en bilinen olaylarından biridir. Ama herhalde öykünün en trajik bölümü, Cleonice Tomassetti ve iki arkadaşıyla ilgilidir. Çünkü onlar, henüz partizan bile değillerdir.
Baştan başlayalım isterseniz. Cleonice’nin, genç bir kadının basit gibi görünen ama anlamlı yaşamından…
Zor bir çocukluktu onunkisi… 4 Kasım 1911’de, Petrella Salto'nun Capradosso mezrasında kalabalık ve yoksul bir köylü ailesinde dünyaya geldi Cleonice. Doğduğu yerin tarihi belki de onun kaderiydi. Köy, 1577-1599 yılları arasında, kendisine tecavüz eden babasını öldüren ve bu yüzden kafası kesilerek idam edilen Beatrice Cenci’nin hikâyesiyle bilinen bir yerdi ve Cleonice’nin yaşamı da adeta bir tekrar gibiydi. Önce ilkokula gitti, sonra evde ve tarlada çalışmaya başladı ama annesi öldükten sonra, yaşamı cehenneme dönecekti. On altı yaşında babası tarafından istismara uğradı. Hamile olduğunu anlayınca bölgeden kaçmak ve ablası ile Roma'ya sığınmak zorunda kaldı. Doğum erken oldu ve bebek sadece birkaç gün yaşadı. Daha sonra, kız kardeşi aracılığıyla tanıştığı zengin ailelerin yanında garsonluk ve hizmetçilik yaparak yaşamını sürdürmeye çalıştı. Ancak, olağanüstü güzelliği ve toplum tarafından ‘dul’ sayılması, başına belaydı. Hizmetçilik yaptığı evlerde de birçok kez taciz ve istismara uğradı.
Dağlara doğru
Bu durumdan bıkan Cleonice, sonunda 22 yaşında Milano'ya taşındı. Ne iş bulsa yapıyordu. Garsonluk, pazarlamacılık, terzilik… 1933'ün sonunda, kendisini bir rahiple aldatan eşinden ayrılan Mario Nobili ile tanıştı. Böylece bir anti-faşist olan Nobili’nin arkadaş çevresine de girmiş oldu. Pansiyon sahibi Melina Mistretta, kemancı Piero Paci ve terzi Eugenio Dalle Crode…
Sonuncu isim, onun kaderini de belirleyecekti. Mario Nobili’nin ölümünden sonra, 1944’te, Cleonice, onun küçük terzi dükkanında çalışmaya başlamıştı. Haziran 1944'te bir gün eski müşterilerinden birinin oğlu olan Sergio Ciribi, bir elbiseyi denemek için dükkana uğradı. Sergio, onlara şöyle dedi: “Bugün okuldan çağırdılar ama gitmiyorum. Partizanlara katılmak için dağlara çıkmaya karar verdim.” Daha cümlesini bitirmeden Cleonice, yanıt verdi: “O zaman ben de geliyorum!”
Sonuçta, üç genç, Sergio Ciribi, Giorgio Guerreschi ve Cleonice Tomassetti, Valdossola partizan birliğini arayıp bulmaya ve katılmaya karar verdiler. Milano'dan Fodotoce'ye yapılan geziyi bir piknik gibi göstermek için planlama yapıp yola çıkarken, oğlu Sergio’ya belli bir noktaya kadar eşlik etmek isteyen anne Edvige Ciribi ve 15 yaşındaki küçük oğlu da onlara katılıyor. Çılgınca bir plan aslında bu. Çünkü o günlerde Alman ordusunun partizanlara karşı büyük bir saldırı başlatmış olduğunu bilmemektedirler. Belli bir yere kadar trenle gidip sonra yaya olarak yola devam ederken Sergio'nun annesi oğlunu uğurlayıp geri dönüyor. Gece, soğuk ve fırtınadan korunmak için girdikleri terk edilmiş bir kulübede, Almanlar tarafından yakalanıyorlar. İlk andan işkence başlıyor. Üçü de aralarında anlaşıp, hayali hikâyeler uydurmak yerine gerçeği söylüyorlar. “Evet” diyorlar, “Partizanlara katılmak için yola çıktık ama onları bulamadık.”
Beni evcilleştiremezsiniz
İşkence sürüyor. Sahte kurşuna dizme gösterileri, ağaçlara asarak sopayla dövmeler, hepsi yapılıyor üçüne de. Bu arada, Cleonice, sorgu sırasında da tecavüze uğruyor. Sonunda, Cleonice ile Sergio, harekât sırasında sağ yakalanmış partizanların bulunduğu bir mahzene kapatılıyorlar. O cehennemden sağ kurtulan Doktor Emilio Liguori, daha sonra şöyle anlatıyor o mahzeni: “Birçok talihsizin mahzene girmesinden sonra gördüğüm manzara, şimdiye kadar tanık olduğum en acı verici sahnelerden biriydi. İşkenceciler sadist bir öfke kasırgasına kapılmış gibiydiler. Bu arada, partizanlar arasında orta boylu, kahverengi saçlı, yirmi beş yaşlarında bir kadın olduğunu fark ettim. Ona karşı işkencenin dozu çok daha yüksekti. Yine de o cesur kadın her darbeyi tek bir çığlık atmadan karşılıyor, dahası sakin ve dinginliğiyle diğer gençleri cesaretlendiriyordu. Öğleden sonra askerler ve araçlar geldi. Kadının yüzüne yeniden vurdular ve tükürdüler. Üzülmedi, gururla onlara baktı ve ‘Beni döverek bedenimi aşağılamak istiyorsanız, bunu yapmanız gereksiz; o zaten yok edilecek. Ama ruhumu öldürmek istiyorsan, seninki boş bir iş; beni asla evcilleştirmeyeceksiniz’ diye bağırdı.
Zarafetle gitmek
42 erkek ve bir kadın… Önce kamyonlara bindirilirler. Ama her köyden geçişlerinde, grubu üzerinde "İtalya'yı kurtaranlar mı yoksa haydutlar mı?" yazan aşağılayıcı bir pankartı taşıyarak yürümeye zorlarlar. Bu anın Naziler tarafından çekilen fotoğrafında, önde ortada duran kişi Cleonice’dir. Özenle ve zarafetle giyinmiş, hafif süveter, koyu etek, beyaz şapka, kucağına küçük bir çanta... Ama hiçbiri onun değil. Diğer kadın mahkûmlar, üzerindeki kanlı paçavraları alıp ona ölümü gururla karşılasın diye kendi elbiselerini vermişlerdir! Böylece Fodotoce yol ayrımındaki katliam yerine gelirler. Gerisini, Carlo Suzzi anlatıyor: "Yol boyunca herkesi cesaretlendiren oydu. Ve ilk o düştü.”
Bir şey daha söylüyor Suzzi ve çok önemli aslında: “Cleonice bir militan değildi, partizanlar arasında bir kocası da yoktu. Kurtuluş savaşında savaşacak zamanı bile yoktu onun. Ama kendi seçimini yapmıştı. Kendi başına! ‘Şehit’ kelimesini sevmiyorum ama İtalyan Direnişi'nin bir şehidi varsa, o da Cleonice Tomassetti'dir.”
Ve nihayet son bir not: Savaştan sonra, Petrella Salto Belediyesi, Cleonice için biyografik bilgi almak amacıyla babayla temas kurdu. Baba, onun hayatı üzerine hiçbir şey bilmediğini söyledi. Ama bu arada savaşta şehit düşenlerin yakınlarına verilen tazminatı da büyük bir arsızlıkla cebe indirmesini bildi!
Emina Değer-01 Tem 2021
Yeni Yaşam
30 Mart 2021 Salı
Sen Mahir’in arkadaşısın
19 Ekim 2020 Pazartesi
Titanic Kemancıları/Bekir Coşkun
Kaptan “Çalın” diyordu...
“Kemanlar çaldığına göre gemi batmıyor” diye düşünenler……devrilen sancak direklerini sorgulamadılar bile...
Ülkenin yurtseverleri, Atatürkçüleri, cumhuriyete gönül vermiş aydınları...
Bu ülkeyi kuran güç, koca Türk ordusunun komutanları, şerefli subayları...
Bilim adamları, hocalar, gazeteciler, yazarlar alınıp götürüldüğünde...
Kemancılar çaldılar…
Hukuk, eğitim, bürokrasi çöktüğünde...
Üniversiteler, medya, sendikalar, devrimin getirdiği kurumlar çöktüğünde...
Kemancılar çaldılar…
Bu, sıradan bir çarpma değildi...
Buzdağının görünmeyen yanı vardı...
…
Dinleyin...
Titanic kemancıları çalmaya devam ediyor.
Bir ülkenin neresinde hadise varsa, nerede sorun, nerede acı, nerede isyan, nerede rezalet, nerede kahır...
Oraya yetişmek gibi bir günahın ürünü her bir yazı...
Yazılarım kaybolsun istemedim...
Onları emanet edecek en iyi yeri seçtim.
Kimler için yazdıysam onlara...
Size emanet yazılarım.
Bekir Coşkun
6 Ağustos 2020 Perşembe
4 Nisan 2020 Cumartesi
Barış Gelini: Pippa Bacca
BARIŞ GELİNİ: PIPPA BACCA from Serpil Altın Film on Vimeo.
İtalyalı yönetmen Simone Manetti'nin yorumuyla izleyiciyle buluşacak filmin Türkiye'deki lisans haklarını Serpil Altın Film aldı. "Barış Gelini: Pippa Bacca" ismiyle yakında Türkiyeli seyircisi ile buluşacak filmde, Pippa'nın kamerasından görüntüler de yer alıyor.
Pippa Bacca hakkında
Sanatçı Giuseppina Pasqualino di Marineo tüm dünyanın tanıdığı ismiyle Pippa Bacca ve arkadaşı Silvia Moro, 8 Mart 2008'de 'Barış Gelini' adını verdikleri proje için şiddetin hakim olduğu ülkelere barış ve sevgi mesajı vermek için yola çıkmışlardı. İki kadının Milano'dan başlayan yolculukları, Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Bulgaristan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin üzerinden devam ederek, Tel-Aviv'de son bulacaktı. Barış isteyen Pippa ve Silvia'nın bu projedeki başlıca mottoları; "İnsanlara güvenmekti." Otostopla seyahat etmeyi de bu sebeple seçtiler.
Türkiye'ye geldikten sonra arkadaşı Silvia ile yolları ayrılan ve sonrasında tek başına yaptığı otostopta Kocaeli'nin Gebze ilçesinde ortadan kaybolan İtalyan sanatçının tecavüz edilip boğularak öldürüldüğünü ortaya çıktı. Pippa'nın kayboluşu kendisinden haber alamayan ailesinin başvurusu üzerine 3 Nisan'da medyada yer bulmaya başladı. Pippa'nın en son bindiği kamyonetin sahibi Murat Karataş, göz altına alınarak tutuklandı. (AÖ)
BARIŞ GELİNİ: PIPPA BACCA from Serpil Altın Film on Vimeo.
20 Mart 2020 Cuma
Rüyalar ve milliyetçilik
Rüyalar, içimizde, zihnimizin derinlerinde, bizim denetleyemediğimiz, müdahale edemediğimiz bir gücün varlığını bize gösteriyor. İnsanın içinde kendisinden bağımsız bir varlığın yaşaması ve bu varlığın insan yorulduğunda, çevresindeki gerçekleri algılayamadığı bir uykuya dalıp bilinci kapandığında ortaya çıkması bana ürpertici geliyor. Bizim bedenimizi, zihnimizi, sinir sistemimizi kendi arzularına göre kullanabilen bir “yabancıyı” içimizde taşıdığımızı düşünmek, bizzat kendi varlığımızı bir sırra dönüştürüyor.
Bilincimizin ürettiği bütün düşünceler bir mantık çerçevesiyle bağlı oldukları hâlde rüyalar mantık çerçevesini paramparça edebiliyor. En rasyonel, en mantıklı, en tutarlı insanlar bile rüyalarında mantıktan, gerçeklerin tutarlılığından koparak uçuyor, korkuyor, öfkeleniyor, şehvete kapılıyor. Bambaşka biri hâline geliyor.
Üstelik içimizdeki bu “yabancı” fevkalâde ayrıntılı imajlar oluşturabiliyor. Hiç tanımadığımız, görmediğimiz, düşünmediğimiz insanlarla, bitkilerle, hayvanlarla karşılaşıyoruz, onların gözlerini, çiçeklerini, kanatlarını bütün çizgileriyle görebiliyoruz.
Bu nasıl oluyor? Bu “yabancı” kim? Neden içimizde böyle birini taşıyoruz? “Bizim” bilmediğimiz bunca ayrıntıyı o nasıl biliyor?
İnsanlar gibi toplumların da içlerinde bir “yabancı” barındırdıklarını, yorulup uykuya daldıklarında, bilinçleri kapandığında da bu “yabancının” vahşi bir barbar olarak “milliyetçilik” kılığında ortaya çıktığını düşünüyorum. Uygarlık, bilinçlerimizi terbiye ettiği, “bizi” mantıklı bir düşünce sistematiği içinde tuttuğu hâlde içimizdeki “yabancıyı” terbiye edemiyor. En azından şimdiye kadar bunu yapamadı. En mantıklı, en rasyonel toplumlarda bile bu mantıksız “yabancı” varlığını sürdürüyor.
1900’de ve 1905’te Max Planck ve Einstein insanlık tarihinin en büyük buluşlarından ikisini Almanya’da gerçekleştirdi. O dönemde Almanya bilimin ve teknolojinin merkeziydi.
Einstein’ın buluşuna sahne olan Almanya’da sadece otuz yıl sonra Naziler iktidara gelmişti. Kırk yıl sonra ise Almanya milyonlarca insanını kaybetmiş, mahvolmuş, acılar içinde bir topluma dönüşmüştü.
Böylesine gelişmiş bir toplumun içinden kendisini de dünyayı da parçalayan mantıksız bir canavar nasıl çıktı?
O “canavar” orada, içlerinde, kendilerinden bile gizli duruyordu çünkü. Diğer bütün toplumlar gibi hamaset nutuklarıyla uykuya daldıklarında mantıktan kopuk bir duygular yığını hâlinde belirdi.
Tarihi, mantıklı nedenlere, ekonomik çıkarlara dayandıran açıklamalar arar insanlık. Tarih, bu arayışlara inandırıcı cevaplar vermez her zaman Moğolların dünya nüfusunun onda birini öldürmesi nasıl bir mantıkla açıklanabilir? Bütün imparatorlukların, bütün toplumların tarihinde mantıksız canavarlıkların izlerini rahatlıkla bulabiliriz.
Bir grup insanın kendilerini kavim, kabile, devlet, millet, din olarak diğerlerinden ayırıp, kendi grubunun diğer herkesten daha değerli olduğuna inanmasıyla başlar mantıktan kopuk “uyku” ve canavar ortaya çıkar.
Bugün insanlık gene bir uyku evresine giriyormuş gibi görünüyor. En gelişmiş toplumlarda bile “biz en büyüğüz” diyen liderler kafalarını kaldırıyor. Toplumlarda bir yorgunluk ve uyku ihtiyacı belirdiğinde bu liderler çoğalıyor ve onlar uykunun daha da derinleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. O zaman da hepimizin içinde yatan, bizim denetimimiz dışındaki canavarlar harekete geçiyor.
Milliyetçilik, mantıkla ilişkisini koparmış bir budalalıktır. Ne olduğunu bile tam kavrayamadığımız karanlık bir boşluğun içinde dönüp duran minnacık bir gezegenin üstünde hiçbir toplum diğerinden daha değerli değildir. Hangi ırktan, hangi dinden, hangi milletten olursak olalım hepimizin ortalama ömrü belli. Birbirimize “ben senden daha değerliyim” diye bağırıp sonra ölüyoruz. Ölüm zaten herkesin “eşit” olduğunu tartışmasız biçimde gösteriyor. Daha “değerli” bir millet varsa ölmesin de onun diğerlerinden daha üstün olduğunu görelim.
Toplumlar entellektüellerini böyle kanlı uykulardan insanları kurtarsın diye yaratıyor. Çünkü insanlık bir yandan kendi içinde canavarlar beslerken bir yandan da bundan kendini korumaya uğraşıyor. Siyasetçiler, bayraklar, marşlar, nutuklarla uğursuz ninnilerini söylerken, entellektüellerin de milliyetçiliğin nasıl bir budalalık olduğunu, bu küçük gezegeni sınırlarla, silahlarla böldüğümüz sürece ortak bir acıdan kurtulamayacağımızı anlatarak toplumu uykuya dalmaktan koruması gerekiyor.
Ölüm karşısında eşit olan bir canlılar topluluğuyuz, kim kimden daha değerli ya da daha üstün olabilir? Biliyorum, tarih bu mantıksız iddianın üstünde inşa edildi. Ama tarihi değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Kimsenin daha değerli olmadığı yeni bir tarih başlayamaz mı? Aklımızın, mantığımızın, bilincimizin, bilinçdışı canavarlığımızı engellediği bir döneme giremez miyiz? En azından bunun için uğraşamaz mıyız?
Ben bunun için mücadele edeceğimize, yeni bir tarihin başlangıcına çok yaklaştığımıza, çekilen acıları durdurabileceğimize inanıyorum.
Toplumların uyumalarını engellediğimizde bireylerin daha rahat uyuyup, kendi içlerindeki “yabancılarla” tehlikesiz maceralar yaşayacağı bir hayatımız olur. O zaman huzur içinde rüyaların sırrını çözmeye uğraşırız.
Libération gazetesi
10 Eylül 2019 Salı
Olgunluğun Kıymetli Zamanı
Olgunluk tezahür etmeye başladığında, yıllarımı saydım ve bundan sonra, yaşadığımdan çok daha az zamanım kaldığını keşfettim.
Kendimi, bir şekerleme paketi kazanmış küçük bir çocuk gibi hissediyordum: Önce büyük bir zevkle ve iştahla yedim, ama azalmaya başladıklarını bir kez hissedince, şimdi teker teker, tadını çıkararak yiyorum.
Artık yasaların, kuralların, uygulamaların ve yönetmeliklerin tartışılıp durduğu ve hiçbir işe yaramayacağını bildiğim sonsuz toplantılara ayıracak zamanım yok.
Takvim yaşlarına rağmen hâlâ büyümeyen aptal insanlara destek olmak için de zamanım yok.
Vasatlıkla uğraşmak için de zaman ayıramam.
Şişmiş egoların bulunduğu toplantılara katılmayı hiç istemiyorum.
Artık dalaverecilere ve çıkarcılara tahammül etmiyorum.
Başarılı olmuş insanların yerine geçmeye can atan, onlara ve eserlerine zarar vermeye çalışan şu kıskanç insanlara hiç tahammülüm kalmadı.
Üst düzey bir makam için yapılan kavgaların kötü sonuçlarına tanık olmaktan nefret ediyorum.
İnsanlar içeriğe değil, sadece başlıklara bakar oldular. Benim zamanım ise, başlıklarla uğraşmayacak kadar değerli artık.
Öz'ü istiyorum, ruhumun acelesi var. Pakette şimdi daha da az şekerleme kaldı..
İnsan onurunu ve gerçekleri savunan, sorumluluktan kaçmayan, başarılarından dolayı şişinmeyen, kendi yanlışlarına gülebilen, vaktinden önce ‘oldum’ demeyen, insan olmayı anlamış insanlarla yaşamak istiyorum.
Asıl olan, yaşamı değerli kılmış eylemlerinizdir.
Yaşamın sert darbelerinden yumuşak bir ruh ile çıkmayı başarabilmiş ve başkalarının yüreğine dokunabilen insanlarla çevrili olmak istiyorum.
Evet, olgunluğun bana getireceği o doluluğu yaşamak için acelem var.
Elimde kalan tek bir şekerlemeyi bile yitirmek istemem. Şimdiye kadar yediklerimin hepsinden çok daha nefis olacaklar.
Amacım, sevdiklerim ve vicdanımla barış içinde ve yaşamdan da tatminkâr olmaktır.
Umarım sizin için de aynısı olur, çünkü her hâlükârda oraya varacaksınız.”
Mário Raul de Morais Andrade
(1893 – 1945) Şair, romancı, Brezilyalı müzikolog
“Olgunluğun Kıymetli Zamanı”
(Fransızca tercümesinden yapılmış serbest çeviridir)