Translate

Psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mayıs 2023 Pazartesi

Şartlanma

Şartlanma/Koşullanma durumu öğrenmelerden kaynaklanır. Bu da psikolojideki Davranışçı ekolün en önemli prensiplerinden biridir. Koşullanan şey ödül veya cezayla pekişmişse farklı durumlar yaratır. Örneğin ödül, davranışın pekişmesinde son derece önemli bir faktör ve öğrenmeyi kuvvetlendiren bir uyarıcıyken cezalar ise davranışın seyrelmesine sebep olur ancak öğrenme "o davranışın yapılmaması" kapsamında kuvvetlenir.

Elif Arslan
Psikoloji Öğrencisi

22 Şubat 2023 Çarşamba

Haftada dört gün çalışma araştırması

Verim azalmadı, çalışanlar memnun

İngiltere'de çalışma gün sayısının haftada dört güne indirilmesi üzerine yapılan yeni bir araştırma sonuçlandı. Bu pilot uygulamada diğer araştırmalarla benzer sonuçlar ortaya çıktı: Verimlilik sabit kalırken çalışanların memnuniyetinin önemli ölçüde arttığı görüldü.

İngiltere'de küçük yerel işletmelerden, iki bin 900 çalışanı olan büyük işletmelere kadar farklı türde 61 şirketin katıldığı pilot uygulama bugüne kadar yapılan en büyük ölçekli araştırma oldu. 

Çalışma, '4 Day Week Global' tarafından Autonomy adlı düşünce kuruluşu, 4 Day Week Campaign ve Cambridge Üniversitesi ile Boston College'daki araştırmacılarla ortaklaşa yürütüldü. Aynı araştırmacılar daha önce de Amerika Birleşik Devletleri, İrlanda ve Avustralya gibi ülkelerde 33 şirket ve yaklaşık bin çalışanı kapsayan başka çalışmaya da imza atmış ve benzer bulgulara ulaşmıştı.

Araştırmada hangi sonuçlar elde edildi?

Altı ay süren araştırma kapsamında ücret kaybı yaşanmadan çalışma haftası beş günden dörde düşürüldü. 

Deneme sonucunda katılımcı şirketlerden 56'sı haftada dört gün çalışma uygulamasını sürdürme kararı aldı. Bu şirketlerden 18'i uygulamadaki değişikliğin kalıcı olduğunu duyurdu.

Araştırma sonuçları, şirketlerin çoğunun iş performanslarını ve üretkenliklerini koruduğunu ve kuruluşlar genelinde ortalama yüzde 1,4'lük bir gelir artış olduğunu gösterdi.

Çalışanlar için ise stress, tükenmişlik hissi, anksiyete, yorgunluk ve uyku sorunlarının önemli ölçüde azaldığı görüldü. Deneme kapsamında hem ruhsal hem de fiziksel sağlıkta iyileşmeler yaşandı.

Üç günlük hafta sonuna geçiş

Çevre danışmanlık şirketi Tyler Grange, denemede yer alan şirketlerden biri. 

Uygulamanın personeli üzerindeki etkilerini yakından takip eden şirket, çalışan mutluluğunun yüzde 14 arttığını ve ayrıca çalışanların yüzde 28 daha az yorulduğunu tespit etmeleri üzerine, haftada dört gün çalışmayı kalıcı hale getirme kararı aldı.

Şirketin genel müdürü Simon Ursell, işverenlerin dört günlük çalışma haftasından korkmak yerine, tam tersine "kucaklamaları gerektiğini" söyledi.

Haftada dört gün çalışmanın zorluklarının nasıl aşılabileceği ve bunun sonucunda elde edilebilecek pek çok bütünsel faydayı ilk elden gösterebildiklerini belirten Ursell "üç günlük hafta sonu" uygulamasına geçiş yapmak isteyen başka şirketlerin tavsiye ve deneyimlerini öğrenmek üzere kendilerine başvurduğunu açıkladı.

Çalışma haklarında "büyük atılım" olabilir

Araştırmayı yürüten kuruluşlardan 4 Day Week Campaign Direktörü Joe Ryle, İngiltere'deki deneme sonuçlarının "büyük bir atılımın" önünü açabileceği görüşünde. Ryle "Ekonominin çok çeşitli sektörlerinde elde edilen bu inanılmaz sonuçlar, ücret kaybı olmaksızın haftada dört gün çalışmanın gerçekten işe yaradığını gösteriyor. Artık bu uygulamayı ülke genelinde yaygınlaştırmanın zamanı geldi" diye konuştu.

Araştırmanın sonuçları İngiltere Parlamentosu'nda düzenlenecek bir etkinlikte milletvekillerine sunulacak.

Geçtiğimiz ay, Güney Cambridgeshire Bölge Konseyi, İngiltere çapında haftada dört gün çalışma uygulamasını deneyen ilk yerel yönetim olmuştu. 

Bu değişikliğin ilk sonuçlarına göre personelin stres seviyesinin azaldığı ve hizmet sunumu üzerinde olumsuz bir etki olmadığı anlaşılıyor.

Euronews

15 Aralık 2022 Perşembe

Kediler bize hayatın anlamını öğretebilir mi?

Filozof John Gray kitabında, eğer yapabilirlerse umursarlar mıydı diye soruyor. · ·

Filozof John Gray, 'Feline Philosophy'de' öz farkındalığın evrimin özü olmadığını ve acıya yol açtığını savunur. ·

Gray, insanların kendilerinden neden bu kadar rahatsız olduklarını anlamak için Pascal, Spinoza ve Lao Tzu'yu araştırır. ·

İnsanlar kedi gibi olmayı isteseler de istemeseler de Gray, doğanın bize kedigillerin doğası gereği bildiği dersleri öğrettiğini söylüyor.

Kediler bize hayatın anlamını öğretebilir mi?

Orada yatıyor, her sabah bu saatlerde mutfak penceresinden süzülen güneş ışığı şeridinin tadını çıkarıyor. Bir pençeyi yalamak için kıvrılırken ya da sokağın aşağısında duran çöp kamyonuna kulak çevirirken kedi beyninde hangi düşünceler akmalı? Karmanın karmaşıklıkları, bekleyen ölüm oranı, Bitcoin düşüşü?

Hepsi çöp. Zaman, karma, ölümlülük (ve kesinlikle bitcoin) bilincine girmiyor ya da İngiliz siyaset filozofu John Gray öyle iddia ediyor. Eski London School of Economics and Political Science profesörü, küresel kapitalizm (kötü) ve ateizm (iyi) üzerine etkili kitaplar yazmıştır. Şimdi gözlerini en derin öğretmenlerimiz üzerinde eğitiyor - o kadar derin ki onlardan bir şey öğrenip öğrenmememiz konusunda endişeleri yok.

Gray, 'Kedi Felsefesi: Kediler ve Yaşamın Anlamı' adlı kitabında şöyle yazıyor:
İnsanlar kedi olamazlar. Yine de üstün varlıklar olma fikrini bir kenara bırakırlarsa, nasıl yaşayacaklarını endişeyle sorgulamadan kedilerin nasıl gelişebileceğini anlayabilirler. '

Gray'in fantastik kitabının büyük kısmı kedileri ilgilendirmez. Elbette arzu uyandıran bir model sunuyorlar, yine de Gray insanlığın doyumsuz (ve ağırlıklı olarak sonuçsuz) mutluluk girişimlerine ve ahlak yanılsamasını hesaba katmadaki yetersizliğimiz üzerine odaklanıyor. Acı çekmek için bir merhem olarak doğu uygulamalarının modern yeniden markalaşmasının aksine, o, özellikle Taoizmin her zaman metafiziksel olmaktan çok pragmatik olduğuna işaret ediyor.

Lao Tzu'nun saman köpeği yorumuna atıfta bulunarak, insanların temel ilgisizliği hakkında - en iyi ihtimalle, biz özel değiliz - diye yazıyor Gray, Evrenin favorisi yoktur ve insan hayvanı onun amacı değildir. Amaçsız sonsuz bir değişim süreci, evrenin amacı yok. ' John Gray: Kediler, İnsanlar ve İyi Yaşam

İnsanlar ve diğer tüm hayvanlar gibi kedilerin de hedefleri vardır: yemek, seks, barınak. Kesinlikle varoluşsal sıkıntı değil. Gray, trans hümanistlerin bedensiz bilinç arayışlarında hayal ettikleri teknolojik coşkunun Teosofik bir ateş rüyasından başka bir şey olmadığını not eder. Kendi kendimize tayin ettiğimiz kredimizin iddia ettiği kadar ileriye gitmedik.
İnsanlar, evrenin karmaşıklığını, hatta kendi biyolojimizi bile anlayacak şekilde tasarlanmamıştır. Çoğu zaman dini gelenekler tarafından pazarlanan ahlak kavramı bile bir saçmadır, çünkü insanlar gerçekten sadece 'duygularını ifade ederler'. Duyguları tartışmak için sahip olduğumuz tek başvuru - homeostazı bozan ve açıklamayı gerektiren fizyolojik değişiklikler - dildir ve dil, gerçekliği tartışmak için güçlü ancak sınırlı bir mekanizmadır.

Ve yine gerçeklik nedir?

Karnını güneş ışığına maruz bırakmak için sırtına döner.
Taoistlerin deyimiyle, genellikle insanları sürünün üstüne yükselten büyük ilahi bir yükseltme olarak savunulan üstbiliş (diyelim ki, karşıt başparmaklar, grup zindeliği veya anlaşılmaz bir şiddet uygulama yeteneği yerine), aslında Taoistlerin deyimiyle `` iyi bir yaşamın önündeki başlıca engeldir ''. o.

Gray çok sayıda düşünürden (Aristoteles, Hume) dayanır, ancak Pascal ve Spinoza'nın zihinleri çoğu kediyi kanıtlar. Pascal bir odada sessizce oturmanın üzücü olduğunu biliyordu - akıllı telefon öncesi! Bizimki gibi çevresiyle uyumlu olmayan bir zihnin dikkatini dağıtmak için sonsuz eğlenceye ve eğlenceye ihtiyacımız olduğunu biliyordu.

Spinoza, Batılı düşünürlerin en Taocusudur. Gray, Lao Tzu ile ol 'Benedict arasında dayanışmayı ikincisinin nosyonunda bulur. çaba , 'canlıların dünyadaki faaliyetlerini koruma ve geliştirme eğilimi.' Ne yazık ki, geliştirmelerimiz dünyanın ağırlığına mal oldu. İnandığımıza rağmen, diğer hayvanlar daha insan gibi olmayı hedeflemiyor, evrim sürecini bizimle sonuçlandırmadı. Diğer türler, oldukları şey haline gelme konusunda çok az sorun yaşarlar. Bu benzersiz bir insani eksiklik.

Gray, insanlar, 'Spinozist-Taocu bir etik' uygulayarak gerçek tatmin buluyor. Biz Yapabilmek aslında kendimiz olduğumuz için mutlu olacağız.
İyi bir hayat onların duygularıyla şekillenmez. Duyguları, doğalarını ne kadar iyi anladıklarına göre şekillenir. '

Sonunda, kayıtsız bir dünya sayesinde kediler gibi oluruz. Sadece insanlar gerçeği yansıtmayan hikayeler icat eder. Beynimiz kronik olarak bilgi boşluklarını doldurur; bu boşluklar genellikle yanlış değerlendirmeler sunar. Varoluş, onu kendi lehimize nasıl manipüle etmeye çalıştığımıza bakılmaksızın çevremiz için şarttır. Bizim kurcalamamızdan sıkılmadan ya da öfkelenmeden önce doğayı yalnızca çok uzun süre sömürebilirsiniz - ama orada, kurallarımıza asla uymayacak bir sürece insan özellikleri atamaya gidiyoruz.
Bunu kedi bilir - hiç bilmeyerek veya önemsemeyerek.
Kalıcı efsaneye rağmen, kediler sevgi gösterir; insan oda arkadaşlarını sevmeyi öğrenebilirler. Üç kedimiz her gece karımla ve benimle birlikte rahat bir şekilde mi yoksa sadece ısınmak için mi yatağa mı giriyor? Alakasız. İnsanlar da şartlı hayvanlardır. En azından kediler pragmatizmi duygu ile karıştırmaz. Gelen şeyden memnunlar. Biz değiliz.

Kediler, insanın anlam arayışını anlayabilseler, onun saçmalığına sevinçle mırıldanıyorlardı. Kedi olarak hayat onlar için yeterince anlam ifade ediyor. Öte yandan insanlar, hayatlarının ötesinde anlam aramaktan kendini alamazlar. '

Gray, baskımız için bir reçete öneriyor. Onun on kedi emri nihayetinde bizim için; Fırsat verilirse kediler sayfaları çöp için kullanırdı. Endişeli hayvanlar olduğumuz için aşağıdaki üç uçurum notunu düşünün. İroni: Onlara ulaşmak için onları başarmaya çalışmayı bırakmanız gerekir - başka bir paradoks kedinin somutlaştırmakta hiçbir sorunu yoktur. ·

  • Istırabınıza bağlanmayın ve yapanlardan kaçının. ·
  • Mutluluğun peşinden gitmeyi unutun, onu bulabilirsiniz. ·
  • Sizi mutlu etmeyi teklif eden herkesten sakının.

    Can cats teach us the meaning of life?

  • 19 Temmuz 2022 Salı

    Hubris sendromu ya da iyi bildiğimiz felaketler

    Ayşe Çavdar
    Tanganyika Gölü’nde yaşayan bir çiklit balığı ve bu balığın iki türlü erkeği varmış. Bu erkek türlerinden biri “T” biri “NT” diye kodlanmış. Alfa ve Beta gibi düşünün. Bu iki tip erkek çiklit arasında da tuhaf bir ilişki yaşanmaktaymış. Çekinik olan NT’ler, özel bir koşul gerçekleştiğinde T’ye dönüşebiliyormuş. Ian H. Robertson, “The Winner Effect: The neuropsychology of power” (Zafer Etkisi: Gücün nöropsikolojisi) başlıklı makalesine bu akıl çelen öyküyle başlıyor. Sonra kazanmanın ve güç kullanımının beynin kimyasını nasıl etkilediğini anlatıyor. Dopaminin bir tür antidepresan olduğunu, dozunda üretilmesi halinde insanı hayata bağlayıp makul ölçüde risk alarak kendini geliştirmesine yaradığını, fakat aşırı dopaminin kişinin kendinde süper haller vehmetmesine neden olabileceğini söylüyor. Çünkü bu güzelim hormonun fazlası insanda muhakeme ve duygu bozuklukları yaratabiliyor. Ayrıca Bertrand Russel’ın adını koyduğu “güç zehirlenmesi”nin nasıl örgütlendiğini de aktarıyor.
    Anlattıklarından yola çıkarak, birini bir zorbaya dönüştürmenin en kestirme yolunun onu yetkin olmadığı bir işte terfi ettirmek olduğunu anlıyorum. Çünkü bu “talihli” kişi, yetersizlik duygusunu astlarına, hayatları ya da zamanları üzerinde şu ya da bu ölçüde söz sahibi olduğu insanlara türlü çeşit eziyet ederek telafi etmeye çalışacak. Şu halde “güç zehirlenmesi”nin yetersizlik duygusunun bir tezahürü olduğunu iddia edebiliriz.

    Etsek ne olur ki? Geçebilir miyiz güç zehirlenmesinin önüne? Robertson’un anlattığı balık öyküsüne göre pek mümkün değil. Makalenin sonunda bağlıyor hikâyeyi.
    Meğer T türü erkek çiklitler, sahip oldukları eril güç sayesinde kendilerine ait bir arazi de edinebiliyorlarmış. Tabii ki her güç beraberinde bir zaaf getirir. Aynı zamanda canlanan renkleriyle ışık da saçıyorlarmış etrafa. Dolayısıyla başka balıklar tarafından fark edilip ortadan kaldırılmaları da daha mümkün oluyormuş. Civardaki bir NT çiklit, dünya üzerinde arazi sahibi olmuş bir T çiklitin imha edildiğini görür görmez T’ye dönüşmeye başlıyormuş nagehan. Dönüşümü motive eden de canlı renkleri ve ışıltısı nedeniyle kolayca avlanan T’den arta kalan arazi oluyormuş.

    Adına kibir dediğimiz büyük günahı anlatan onlarca mitolojik öykü var ve fakat hiçbirinin bu öyküdeki isabet derecesini yakaladığını sanmıyorum. Böyle bir öyküyü okuyunca merak sarıyor insanı. Bakındım ben de biraz, NT’den T’ye dönüşen erkek çiklit ışıltılı bir renge bürünürken sperm sayısı da artıyor, dolayısıyla türün devamına katkıda bulunma ihtimali yükseliyormuş. Dahası var, T’ye dönüşemeyen NT erkekler bir müddet sonra kendilerini imha ediyorlarmış. Dışlanıyorlarmış çünkü. Güçlü ve göz önünde olana, onun arazisine konmak için dönüşmek, o dönüşme ihtimali bulunmadığında da dışlanıp silinmeye mahkûm olmak. Trajik bir hikâye. Kimse insan-olmayanlara ait alemlerin hikâyeden yoksun olduğunu söylemesin gayrı. Bir de sıradan fanileri bu konuların üzerinden tekrar tekrar geçmek zorunda bırakanlar utansınlar kendilerinden bir zahmet.

    Medyascope

    6 Temmuz 2022 Çarşamba

    Kronik Depresyon

    Kronik Depresyon Ya Da Süregiden Depresyon Bozukluğu (Distimi) Nedir? Sürekli Mutsuz musunuz?
    Yaşam içerisinde hepimizin mutsuz, endişeli ya da kızgın hissettiği dönemleri olabiliyor. İnsan yanımız da bunlardan oluşuyor zaten; mutluluk, heyecan ve huzur kadar, hissettiğimiz olumsuz duygular da insan tarafımızın ve yaşamımızın parçaları. Ancak bazen mutsuz tarafımız benliğimizi ele geçirir ve diğer duygulardan rol çalarak başrolü oynamak üzere sahneye fırlar; bir türlü de inmek bilmez.

    Bu mutsuzluğumuzun bize özel türlü türlü sebepleri olabilir elbette; yakın ve sevilen birinin kaybı kadar yakın bir ilişkinin bitmesi, diğerleriyle yaşadığımız problemler, işyerinde yaşadığımız performans kaybı, akademik zorluklar, okul başarısının düşmesi, yaşamımızla ilgili majör kararlar (evlilik, iş değişikliği vb.) verme arifesinde yaşadığımız zorluklar ya da başka bir stres faktörü nedeniyle kendimizi alabildiğine mutsuz, kaygılı veya umutsuz hissedebiliriz. Zaten yapılan çalışmalar da, biyolojik yatkınlıklarımız ve mizaç faktörlerinin dışında, etkili olabilecek birçok stresli yaşam olayını depresyonun hazırlayıcısı ve tetikleyicisi olarak işaret ediyor.

    Burada doğuştan getirdiğimiz mizaç özelliklerimizin dışında yaşam deneyimlerimizle şekillenen kişilik yapımızın da depresyon ya da diğer klinik rahatsızlıklara yatkınlığımızı belirleyebildiğini söylemekte fayda var. Peki nasıl? Burada şema terapi kuramının bazı kavramlarının yardımından mutluluk duyacağımı belirteyim. Bu kurama göre patolojik olan/olmayan, normal/anormal ayrımı yapılmadan evrensel olarak tüm insanlarda görülen 18 ayrı şema var. Bu şemalar, doğuştan getirdiğimiz mizaç özellikleri ve yaşam deneyimlerimizle, özellikle de erken dönem yaşantılarımızla şekilleniyor. Erken dönem yaşantılarımızda ebeveynlerimizle kurduğumuz ilişki biçimi, bu dönemde ihtiyaçlarımızın karşılanıp karşılanmamış oluşu ya da ihtiyaçlarımızın karşılanma şekli, şemalarımız üzerinde belirgin rol oynuyor.

    Buna göre örneğin erken dönem yaşantılarında yeteri kadar sevgi, şefkat ya da sıcaklık almamış, duyguları dinlenip dikkate alınmamış kişiler, ileride de ihtiyaçları olan duygusal yakınlığın diğerleri tarafından yeteri kadar karşılanmayacağı beklentisiyle duygusal yoksunluk şemasına sahip olabilirler (J.E. Young ve ark.,2011). Bu şemaya sahip olan biri, şemayla başa çıkma biçimi olarak, duygusal ihtiyaçlarının hiçbir zaman karşılanmayacağı beklentisiyle yakın ilişkilerden sürekli olarak kaçınabilir (H.A.Karaosmanoğlu, 2017). Şemalar, genelde farkındalık alanımızın dışında bizi etkilemeye devam ettiğinden böyle bir şemayla kişi, sürekli kaçınan bir biçimde yakın ilişkilerden uzak veya yüzeysel yakın ilişkilerle yaşamını devam ettirme eğiliminde olur. Ancak altta yatan bir tatminsizlik ve yeteri kadar yakın olamama, sıcak ve doyurucu ilişkiler kuramama durumuyla karakterize, sürekli bir mutsuzluk, ruh halinin bütününe hâkim olabilir. İnsanın evrensel olarak diğerleriyle yakın bağlar kurma ihtiyacını göz önünde bulundurursak bu ihtiyacın karşılanamıyor oluşunun kişi açısından ne kadar hayati önemde olduğunu anlayabiliriz.

    Ya da erken dönem yaşantılarında ailesinin aşırı beklentileriyle (‘’en çalışkan, en yetenekli, en güzel, en becerikli, en zengin sen olmalısın’’ gibi) büyümüş ve sürekli diğerleriyle kıyaslanmış ve olumlu davranışları yeteri kadar aynalanmamış olan çocukta başarısızlık, kusurluluk, yüksek standartlar (mükemmeliyetçilik) veya haklılık şemaları gelişebilir. Böyle büyüyen ve bu şemalardan kusurluluk şemasına sahip olan biri, bu şemayla başa çıkma biçimi olarak, diğerleri tarafından reddedileceği ve eleştirileceği beklentisiyle insanlarla ilişkilerinde gerçek duygu ve düşüncelerini ifade etmekten kaçınmayı da seçebilir yaşamında.

    Örnekler üzerinden tanımlamaya çalıştığımız duygusal yoksunluk ve kusurluluk şemalarından sonra, bu geniş ve uçsuz bucaksız konuya bir ara vermek ve tekrar konumuz olan depresyona geri dönmek istiyorum.

    Birinci örnekte davranış paterni, yakın ilişkilerinden kaçma, ikinci örnekte ise gerçek duygu ve düşüncelerini ifade etmekten kaçınmayı içeriyordu. Bunun yaşam boyu tekrar eden bir örüntü olduğunu düşünelim. Yaşamsal gereksinimlerimizi oluşturan, diğerleriyle yakın ilişkiler kurma, güvenli bağlanma, ait olma, onaylanma gibi diğer temel ihtiyaçlarımızı da göz önünde bulundurarak…

    Ayrıca, depresyon tablolarında klinik olarak ön planda olan bulgulardan biri de sosyal içe çekilme olmakta. Sosyal içe çekilmenin neden mi sonuç mu olduğunu henüz bilmediğimizi varsayarak…

    Yukarıdaki her iki örnek her durumda ve herkeste olmasa da bazen, kronik depresyon ya da Distimi diye tanımladığımız Süregiden Depresyon Bozukluğunun altta yatan dinamiklerini oluşturabilir. Süregiden Depresyon Bozukluğunun, ruhsal bozuklukların uluslararası tanı kriterlerini geliştiren DSM-5 (DSM-5, 2013)’e göre belirtileri şunlardır;

  • Kişide en az iki yıl süreyle, çoğu gün ve günün büyük bölümünde çökkün bir duygudurum vardır (ağlamaklı, üzüntülü, umutsuz ya da boşlukta hissetme gibi).
  • Kişi, enerjisi azalmış ya da bitkin hissediyor olabilir.
  • Benlik saygısı (kendine verdiği değer, özgüven hissi vb.) azalmış olabilir.
  • Bir şeye odaklanmakta veya karar vermekte güçlükler yaşayabilir.
  • Kişi umutsuzluk ve karamsarlık duygularına sahip olabilir. VYemek yeme isteği azalmış ya da artmış olabilir.
  • Uyku ihtiyacı artmış ya da azalmış olabilir.
  • Tüm bu belirtiler kişide belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, mesleki vb. alanlarda işlevsellikte belirgin bir düşmeye neden olduğunda Distimi’nin varlığından söz etmek olası hale gelir.

    Zeynep Sağlam Balkan
    Uzm. Klinik Psikolog
    Kaynakça
    Amerikan Psikiyatri Birliği, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, Beşinci Baskı (DSM-5), Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı’ndan, çev. Köroğlu E, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2013.
    Karaosmanoğlu, H.A. (2017). Şema Terapi Uluslararası Sertifikasyon Eğitimleri Ders Notları
    Rafaeli, E.,Bernstei, D.P., Young, J.E.(2011), Şema Terapi Ayırıcı Özellikler, çev. Miray Şaşıoğlu(2017)

    25 Mart 2022 Cuma

    Fikrinizi Değiştirmek Bir Zeka İşaretidir

    Yeni bilgiler karşısında fikrinizi değiştirecek kadar zihinsel esnekliğe sahipseniz, onu yenilikçi şekillerde kullanırsanız ve onunla zorlu sorunları çözerseniz, zekisinizdir. Fikrinizi Değiştirmek Bir Zeka İşaretidir Fikrinizi değiştirmek bir zeka göstergesi ve düzenli olarak yapmanız gereken bir uygulamadır. Ancak, bunu yapmanın bir inanç ve hatta karakter eksikliğini ortaya çıkardığını düşünenler var. Önemli olanın gururlarını korumak olduğuna ve hatalarını kabul etmek için kendilerini aşağılamamak olduğuna inanırlar.


    İnsan zekası ve yaratıcılığı alanındaki uzmanlar, sabah uyandığınızda kendinize bugün hangi fikri, yaklaşımı veya inancı değiştireceğinizi sormanız gerektiğini öne sürüyor. Bunu yapmanın, bilgelik, bilişsel açıklık ve mutluluk kazanmanıza izin veren bir zihinsel esneklik egzersizi olduğunu iddia ediyorlar.
    Hayatın akışı, tıpkı zihniniz gibi değişim ve hareket gerektirir. Bu nedenle, zaman zaman herhangi bir fikrinizi değiştirmenize izin vermezseniz, doğru olmayan şeylere inanmaya başlarsınız. Ayrıca belirsizliğin üstesinden gelemeyecek ve hatalarınızı düzeltemeyeceksiniz. Ayrıca, birlikte yaşamanız oldukça zor olacak.

    Zeka, kuantum fiziğinde bir dahi olmanın veya matematikte iki doktora sahibi olmanın çok ötesine geçer. Parlak zihin esnek bir zihindir.
    Aklınızdan geçen ilk fikirlere sonsuza kadar takılırsanız, hayatın en karmaşık zorluklarıyla yüzleşemezsiniz.

    Arkadaşlarınız, partneriniz, iş arkadaşlarınız ve aileniz tarafından paylaşılan aynı fikirleri savunmaktan daha kolay çok az şey vardır. Referans grubunuzla aynı inançlara, ideolojilere ve tutumlara sahip olmak size memnuniyet ve uyum sağlar. Ancak, aniden diğerleriyle aynı fikirde olmadığınızda ve kendi karşıt görüşünüzü savunduğunuzda ne olur?
    Olan şey, etrafınızdakilerin zorlandığını hissetmesidir. Ne zaman böyle düşünmeye başladığınızı ve neden birdenbire bu kadar farklı görüşlere sahip olduğunuzu soruyorlar. Birisinin sizin beyninizi yıkamış olabileceğini iddia ediyorlar. Çünkü fikrinizi değiştirmek herkesin anlamadığı veya saygı duymadığı bir şeydir.

    Aslında, genellikle çelişkili buluyorlar.
    Başkalarının düşündükleriyle tutarlı, alışılmış öngörülebilir yaklaşımlarınızda yerleşik, odaklanmış fikirlerinizle sizi tercih ederler. Yine de, daha önce reddettiğiniz bir fikri savunmanız, sahte, satılmış veya daha az dürüst olduğunuz anlamına gelmez. Aslında diğer yaklaşımlara açık olmak ve onların faydasını görmek, kaçınılmaz bir bilgelik işaretidir.
    Bilişsel inatçılık ve yanlış olduğunu bildiğiniz fikirleri kabul etmek sizi daha güçlü yapmaz. Sizi bilgisiz yapar.

    İyi liderler fikirlerini değiştirmenin önemini bilir
    Daha önce de belirttiğimiz gibi, fikrinizi değiştirmek bir zeka işaretidir, ancak birçoğu bunu yapmanın otoritelerini baltaladığını düşünüyor. Harvard Business School uzmanları Martha Jeong, Leslie K. John, Francesca Gino ve Laura Huang’ın keşfettiği tam da budur. Araştırma çalışmalarında, birçok liderin ve girişimcinin odaklarını değiştirmeye veya fikirlerini reddetmeye isteksiz olduklarını keşfettiler.
    Görünüşe göre gerçeklerinden vazgeçmenin veya hataları kabul etmenin bir yanılabilirlik eylemi olduğuna inanıyorlar. Gerçekten de bazıları için ilk konumlarında sağlam durmak, bir güç ve inanç gösterisidir. Ancak, gerçek liderler ve son derece başarılı insanlar, palavracıların fazla uzağa gitmediğini bilirler. Sadece esnek olmalarına izin veren ve zaman zaman bakış açılarını değiştirenler gerçek parlaklığı ortaya çıkarır.

    Bazen haklı olmak için yaklaşımınızı değiştirmeniz gerekir.
    Aniden, önceden olduğu gibi kabul ettiğiniz bir şeyin acı verici olabileceğini keşfetmek. Egonuzu, ahlakınızı, özgüveninizi ve hatta kimliğinizi etkileyebilir. Yeni bilgilerin daha önce savunduklarınızla nasıl çeliştiğini görme gerçeği, bilişsel uyumsuzluk olarak bilinen şeyi üretir.
    Bu terim, içsel fikir, inanç ve tutum sisteminiz çatıştığında yaşadığınız uyumsuzluğu tanımlar. Fikrinizi değiştirmenin bir zeka işareti olduğunu biliyorsunuz çünkü faydasız fikirleri atmanıza izin veriyor, ancak bunu yapmak ne kolay ne de hızlı. İşin ilginç yanı, bu psikolojik rahatsızlıktan kurtulmak için çoğu zaman inanılmaz bir entelektüel hokkabazlığa başvuruyorsunuz.

    İnançlarınızın ötesinde esneklik var
    Miguel Servetus, Giordiano Bruno, Copernicus, Galileo Galilei… Tarihimiz, bilim ve din hiçbir zaman pek iyi geçinemediğinden, yeni fikirlerin inanç dogmasına saldırı olarak görüldüğü bir zamanda dünyaya meydan okuyan kişilerle doludur. Gerçekten de, bugün bile , Engizisyon’un inançlarıyla yaptığı gibi inançlarına bağlı kalan pek çok kişi var.
    Toplum, açık fikirli olmadan ilerlemez. Bununla birlikte, bugün bile fikirlerinin kum üzerine kurulduğunu fark etmeden fikirlerini şiddetle savunan pek çok kişi var.
    Fikrinizi değiştirmek bir zeka işaretidir, ancak aynı zamanda entelektüel tevazu göstermeyi de gerektirir. Sizi siz yapan şeyin inançlarınız olduğu ve onları canınız pahasına savunmanız gerektiği öğretildiğinde, bunu gerçekleştirmeniz kolay değil.

    Ne yazık ki, değişimin ilerlemeyi kolaylaştırdığı, gerçeğin ilerlemede saklı olduğu ve bunu kolaylaştırmak için daha iyi argümanlar ve yeni bakış açıları benimsemek için eski fikirlerin atılması gerektiği sıklıkla unutulur. Aklınızda bulundurun. Kendinize bugün hangi fikrinizin veya inancınızın değişmeye değer olduğunu sorun.

    www.aklinizikesfedin.com

    21 Ağustos 2020 Cuma

    Kötülüğün Çekiciliği

    Bazı psikolojik araştırmalar davranışlarımızın ve düşüncelerimizin tamamına yakınını bilinç ötemizin belirlediğini, ancak bilincimizle bu davranışları gerekçelendirdiğimizi ve rasyonelleştirdiğimizi söyler. Ancak bu, bilinç ötesini ve bilinç ötesi dinamikleri anlayarak veya bu alana müdahale ederek hızlıca bir dönüşüm sağlayacağımız anlamına gelmez. Çünkü bilinç ve bilinç ötesinin değişimi paralel biçimde gerçekleşmez. Örneğin bilincimizle şiddeti reddedebiliriz, ancak bir çaresizlik ânında veya narsistik bir incinmeyle oluşan bir öfke durumunda, yani kendimizi güçsüz/zayıf hissettiğimiz bir anda şiddete başvurabiliriz. Şiddet uygulayanların çoğu şiddeti savunmazlar, fakat kendi uyguladıkları şiddeti türlü bahanelerle gerekçelendirirler. Sohbetlerden biliyorum, eşlerine, çocuklarına şiddet uygulayan erkekler, aslında şiddette karşıdırlar ama bazen “kızdırıldıkları için” kendilerini kaybederler ya da elleri kayar. Kalbimiz, midemiz gibi bazı organlarımızın çalışmasını kontrol edemeyiz, ama elimiz kontrol edebildiğimiz ve ne yapacağına karar verebildiğimiz bir organdır. Şiddete karşıyım diyen biri “elim kaydı” diyebiliyorsa, yani “kontrolüm dışında oldu” iddiasındaysa, burada şizofrenik bir durum söz konusu. Bu noktada anlatı, sanki öfke ânında bu suçu yabancı biri, bir “dış güç” işletmiş gibi kurulur. Kim bu yabancı? Bence bir ideali tanımlayıp o ideale yaklaşabilmek için kendimize ait olan kötüyü başkalarının üzerine atıyor ve böylece kötü olanı yabancılaştırıyoruz. Oysaki öfke durumunda ortaya çıkan şiddet yine bize aittir.

    Kötünün bireydeki tarihi

    Borges’e atfedilen bir anekdot vardır: Bir okuru tesadüfen karşılaştığı Borges’e “Siz yazar Borges misiniz?” diye sorar. Borges’in yanıtı çok anlamlıdır: “Bazen”. O bazen yazar, bazen bir eş, bazen baba, bazen kütüphane memuru, bazen toplu taşımada yolculuk yapan bir yolcudur. Her insan biraz Borges söylediği gibidir, bazen iyi, bazen ve bazı ortamlarda kötü, bazen dürüst, bazen değil. Yani, kötü olanı kendimize dışsal bir şey olarak düşünmek ve sunmak istesek de bu mümkün değil. Melanie Klein “iyi” ve “kötü”nün insanın hayatına doğumla birlikte girdiğini belirtir. “Kötü”, özellikle anne ve çocuk arasındaki ilişkinin gelişiminde en önemli dinamiği oluşturur. Gestaltcı terapi kuramlarından tanıdığımız Fritz Perls ise şiddet olmadan insanın hayatını sürdüremeyeceğini, yediğimiz yemeği çiğnemenin bile belirli bir ölçüde agresyon içerdiğini söyler. Yani kötü uzaklarda, başkasında olan değil, her birimizde olan bir şeydir. Diyalektik de aynı şeyi söyler: Her kötü iyiyi ve her iyi de kötüyü içinde barındırır. Öyle ki insanlığın tarihi bu kötüyü dizginlemenin tarihidir de bir bakıma.

    Bu nedenle psikanalistler kötüyü uzaklarda aramaktan çok, insanın kendi kötülüğüyle nasıl baş ettiğini inceler. Ayrıca kötünün çekici ve ayartıcı bir gücü vardır. Farkında olmadan içimizdeki kötüyü dışımıza taşıyarak, onunla aramıza mesafe koyarak ve onu kendimize yabancılaştırarak kötüyle negatif ama aynı zamanda yoğun bir ilişki kurarız. Örneğin haberler, hem kötülük ve sapkınlıkla aramıza mesafe koyarak masum kalmamızı hem de onlarla ilişkilenmemizi sağlar. Her gün haber dinleyen dünyayla ilgili biri, farkında olmadan “kötü”yle zaman geçirir aslında. İnsanın suç, kötülük ve sapkınlıkla ilgili haberlere bu kadar zaman ayırmasının, bu haberlere böylesine ilgi duymasının bir açıklaması ve anlamı olmalı. Öğleden sonra yayınlanan, içinde her türlü kötünün olduğu programlar bizimle hiç ilgili değilse neden izliyoruz? Televizyon aracılığıyla aramıza güvenli bir mesafe koyduğumuz ve böylece ötekine ait olduğunu sandığımız hayatlar, bizim yaşayamadığımız ve kendi bilinç ötemizde bastırılmış olan, bu anlamda hem bize ait hem de bize yabancılaşmış yanlarımızın ipuçlarını verirler. İçimizdeki kötüyü dışarı yansıtmak için kullandığımız bu yöntem, projeksiyon yöntemidir. Bu yöntemle kötülük bizim iç çatışmamız ve iç meselemiz olmaktan çıkar; bizimle ötekiler arasındaki bir çatışmaya, kişiler ya da gruplar arası bir meseleye dönüşür. Eğer kötü somutlanabilir ya da kişileştirilebilirse projeksiyon daha rahat yapılabilir. Kötü, televizyonlarda bize sunulur, biz de bu sunulan kötüye kızarız. Bazen “kötü”nün ne olduğu bilinir ama somutlanamaz, kişileştirilemez. Bu, insanda paranoyak-obsesif arayışları yoğunlaştırır. Çünkü kötü olanı bilmek, kötünün neden kötü olduğunu anlamak insanda bir tür rahatlama yaratır. Belirsizlik fazladan bir yüktür. Yine “dış güçler, dış düşmanlar” türü laflar da bu işe yarar. Bir başka örnek ise koronavirüs ile ilgili dolaşıma sokulan açıklamalardır. Kökü dışarıda (Çin) olan koranavirüs, belki de laboratuvarda geliştirilen (paranoyak bir ipucu) bir hastalıktır ve radikal kötünün (ölüme) sebebidir. Bu gibi anlayışlar belirsizlikten beslenen bir hareket alanı sağlar. İşler istediğiniz gibi gitmeyince, kesin adres gösterememekle birlikte, bu güçleri sorumlu tutabilirsiniz. Kısacası, haberlerde ve diğer yayınlarda saatlerce servis edilen cinayet ve hırsızlık gibi “kötülük” biçimlerini evlerinde izleyen insanların, hiçbir zahmete girmeden “kötü olan” ile ilgilendiğini ve ilişkilendiğini söylüyorum.

    Kötülüğü yeniden tanımlamak

    Kötü olandan kurtulmak için onu yalnızca başkalarına yansıtmayız, bazen de yaptığımız eylemleri yeniden tanımlayarak kötüyü kötü olmaktan çıkartırız. Bu, bizim kötülük deneyimimizi değiştirir. Nazi döneminde Yahudiler “pislik” olarak tanımlandıkları için onları öldürmek “arınma/temizlik” olarak nitelendirilirdi. Yahudiler “mikrop”tu ve kimse mikropları yok etmeyi kötülük olarak algılamadı. Kötülük ettiğiniz ve edeceğiniz kişilerin “insan” olma niteliğini yok sayar ve çevrenizi buna inandırmaya çalışırsınız. “Pis mahluk, hayvan, böcek” gibi sıfatlar bu bağlamda sıkça kullanılır. “Terörist” tanımının son otuz yılda geçirdiği dönüşüm incelendiğinde söylediklerim daha rahat anlaşılır sanırım. Terörist çocuk katilidir, iğrençtir, hayvandır, insan bile değildir! Bu insan bile olmayan teröristleri yok etmek kötülük değil, bilakis insanlığa iyiliktir. Bu tanımlar yıllarca insanların bilincine öylesine kazındı ki, şimdi bu tanımların sorgulanması bile suç anlamına geliyor. Devlet, terörle olan ilişkisini de başka tanımlıyor: Teröristler birer canlı gibi ölmüyor/öldürülmüyorlar, ancak “etkisiz hale” getiriliyorlar. Yıllar önce aramızda “Kötüyle kötü olmadan mücadele edilebilir mi?” sorusunu tartışırdık. Ancak bugün “etkisiz hale getirme” lafının mekanikliği sayesinde devlet, “kötü” ile mücadele için kendisinin de kötülüğe başvurduğu gibi bir savunmaya bile ihtiyaç duymuyor. Artık insandışılaştırılarak etkisiz hale getirilenler ve olan bitenin “savaşmak” olduğunu bile inkâr eden bir mekanik aygıt olarak devletle karşı karşıyayız. Bu durumda ortada “kötü” diye bir şey kalmıyor. Öte yandan devlet kötülüğü romantize ediyor: Geçtiğimiz günlerde hırsızlar, tecavüzcüler, katiller, yani estetize edilmiş lirik tanımıyla “kader kurbanları/mahkûmları” affedildiler ve salıverildiler. Bu, kötünün tersyüz edilmesinin ve yeniden adlandırılmasının tipik örneğidir. Ölenler değil, tecavüz edilenler hiç değil, tacizciler, katiller asıl “mağdur ve kurban” olanlar...

    Failin kendini mağdur gibi sunarak kötülüğü ters yüz etmesi yaygın bir strateji. Madımak Oteli failleri de Kuran’a el basıp yeminle “tahrik edildik, dinimize saygı duymuyorlardı” gibi ifadelerle asıl kendilerinin bir mağduriyet yaşadıklarını anlattılar savunmalarında. Yine, toplu taşıma araçlarında kadınlara saldıranlar “tahrik edildiklerini” belirtiyorlar. Katiller ve şiddet failleri suçluluktan kaçabilmek, suçlarını göreceli hale getirmek için kendilerini “mağdur” olarak konumlandırırlar. Etik üstünlük sağlamaya ve “ahlâki değerlere” yaslanarak yaptıklarını meşrulaştırmaya girişirler. Gezi... Anımsayın... Devlet mağduriyet mücadelesinde üstünlüğü ele geçirdiği an bitti Gezi... “Benim camime ayakkabıyla girdiler” ya da “benim başörtülü bacıma saldırdılar” naraları atılıyordu. Bu ise bir korkuya yol açtı: Cami duvarına işeyen köpek olmaktan korkmak... Müslüman mahallesinde satmaktan korkmak... Ne zaman birileri çoğunluğun kutsal olarak kabul ettiği şeylerin arkasına gizlenebilirse kazanıyor bu coğrafyada. Sorun, bu ortama ve duruma itirazımızın olmaması/olamaması.

    Egemen ahlâk ve “kutsal” tartışılmadığında kötülük arlanma duygusu ile meşrulaştırılabiliyor. Etnolojide “suç kültürleri” ve “arlanma kültürü” ayrımı vardır. Bizim coğrafyamızda kültüre rengini daha çok arlanma duygusu verir. Arlanma kültüründe suç bilinci oluşturmak ve bu bilinç üzerinden bir dönüşüm sağlamak ise oldukça zordur. Çünkü arlanma duygusunu azaltma amaçlı işlenen suçlar, suç olarak görülmez. “Namus” adına işlenen kadın cinayetleri buna en iyi örnek. Arlanma motivasyonuyla işlenen bir cinayette ne katil ne de toplumun geniş bir bölümü ortada bir suç olduğunu düşünür. Bu anlamda bazı eş, evlat, kardeş katilleri bu ülkede “namus temizleyicisi” kahramanlar gibi dolaşabiliyorlar. Katliamlardan ve katillerden kahramanlıklar çıkardığımız sürece bu zorluklar sürecek gibi görünüyor...

    Kötülüğe övgü

    “İyi” birçok insan için bir idealdir ve iyiye ulaşma çabası olumlu bir şey olarak görülür. Ancak iyi can sıkıcıdır, çekici olan kötüdür. Onurlu olmak gerekir, ama bu zordur; çekici olan zalimlik ve ahlâksızlıktır. Yine de “iyi” idealine uyabilmek, kendimizi “iyi” olarak görmek ve temsil etmek için içimizde var olan kötüyü bastırır, yansıtır veya meşrulaştırırız. Bu, kendi kötülüğümüzle yabanlaştırılmış ve deforme edilmiş bir biçimde karşılaşmamıza neden olur, ancak bize “masumiyet” bahşetmez. Binlerce insanın sorgusuz sualsiz hapishaneye atıldığını televizyondan izlemek, bir şey yapmayarak “kötü”den uzak durduğumuzu zannetmek insanı masum yapmıyor. Travma kuramlarından biliyoruz: Susanlar, izleyici olanlar da zulme dahiller... Yani kötülüğün sadece tanığı olmak da aslında kötüye ait olmaktır. Bu yüzden Roboski’nin sorumluları Ankara’da veya İzmir’de de aranmalı...

    Zulme uğrayanın duygularına yakın durmak, acısını anlamayı denemek zordur. Çünkü bu, mağdurla özleşmek, çaresizlik, umutsuzluk ve acıyı hissetmek demektir. ACImayı hisseden acıyı da hisseder, çünkü her “acıma”da acı da vardır... Mağdurla özdeşleşmek tacize, tecavüze, şiddete ve ölüme yakın durmaktır. İşte belki de bu zor duygulardan kaçmak için mağdurlarla değil, faillerle ilgileniriz. Fail, olumlu veya olumsuz kodlamalarla, ilginin hep odağındadır. Bazen faili kahramanlaştırırız. Örneğin 8 Ekim 1978’de Ankara/Bahçelievler’de 7 TİP’li genci katleden Haluk Kırcı’yla, kendi ifadesine göre yaklaşık bir milyon insan hatıra fotoğrafı çektirmiş. Yahut Madımak Oteli Katliamı’nın failini “Pamuk Dede” olarak ananlar var. Bu ülkede “milli katillere” hayran olan pek çok insan var. M. Ali Ağca’nın basın toplantıları canlı yayınlanıyor... Sedat Peker’i tanımayanımız yok.

    Bazen ise olumsuz kodlamalar aracılığıyla faille ilgileniriz. Mesela 11 Eylül’ü düşünün. Birkaç gün sonra katil Atta’nın kimliğini, katliamdan bir akşam önce ne yediğini, ne kadar hesap ödediğini, eski sevgililerini, hatta ilkokul karne notlarını biliyorduk. Günlerce bu adamla ilgili bilgiler dinledik. Bu hikâye sizce masum mu? Günlerce bir katilin hayatının bütün detaylarıyla bu kadar ilgili olmak... Peki, bu filmlerde mağdurlar nerede... Geçtiğimiz günlerde yine bir kadın katledildi... Katilin yaşam hikâyesi sosyal medyada... Kızarak, öfkelenerek onun hayatının ayrıntılarını okuyorum... Farkında olmadan, suça bulaşmadan taraf değiştiriyorum; fail, katil ilgi alanım oluyor. İşte kötünün çekiciliği dediğim şey bu...

    Kötünün inanca sızması

    Çok tanrılı dönemde Sümerliler ve Mısırlıların tanrıları, farklı isimlerle anılsalar da benzer bir işlev görüyorlardı. Yine Eski Yunan tanrı ve tanrıçalarının isimleri değişerek Romalılara geçmiştir. Yani önceleri doğru ya da yanlış tanrılar/tanrıçalar yoktu. Hatta çoğu kez inançlardan inançlara, toplumlardan toplumlara aktarılırdı tanrılar ve tanrıçalar. Dinler tarihi ve Eski Mısır Uygarlığı uzmanı Jan Assman çeşitli kitaplarında doğru ve yanlışın ve bununla birlikte iyi ve kötünün tek tanrılı dinlerle birlikte yeryüzüne indiğini yazar. Tek tanrılı dinlerin kurucusu sayılan Firavun Eknaton (Echnaton), Aton dışındaki tanrıların putlarını ve resimlerini yok etmiştir. Aton’dan başka tanrı yoktur ve Aton’un yeryüzündeki temsilcisi de EknATON’dur. Assman, tanrı anlayışındaki bu kırılma ile birlikte iyi ve kötünün inanç sistemine girdiğini, bu inanç biçiminin savaşlara neden olarak “kötü”yü yaygınlaştırdığını belirtir. İslâmiyet’in ilk dönemleri de böyledir. Allah dışındaki tanrıların üçü hariç hepsi yanlış/sahte tanrılar sayılmıştır. Yanlış tanrılara inananlar da yanlış yapan insanlar olduğundan, onları doğru yola getirmek için uygulanan şiddet meşrulaşmıştır. Daha sonraları Şeytan Ayetleri’yle birlikte, tartışmalı bir biçimde, üç tanrıça da reddedilmiş ve geriye tek tanrı kalmıştır. Kitapları Türkçeye de çevrilen J. B. Russel ise Şeytan, İblis, Lucifer anlatıları üzerinden tek tanrılı dinlerdeki kötü anlayışını araştırır. Ona göre Şeytan, kişiselleştirilmiş kötüdür dinlerde.

    Şiddeti bilinir kılmak

    Susan Sontag hastalık metaforunu incelediği kitabında, Hitler ve Naziler üzerine yapılan psikoloji çalışmalarındaki eksiklikleri örnek göstererek psikolojiye haklı bir eleştiride bulunur. Buna göre zulmü açıklamaya çalışan psikoloji, bir yanıyla zulmün haklılaştırılmasına/masumlaştırılmasına katkıda bulunur. Bazı psikoloji yaklaşımları radikal kötüyü psikopatlıkla ilişkilendirerek kötülüğün sadece “deliler” tarafından yapılacağı kanısı uyandırırlar. Sontag’ın eleştirisine katılıyorum. Ancak buna rağmen “kötü” ve “kötülük” üzerine düşünmeye devam etmek gerektiğini söylemek istiyorum. Fakat bu meseleyi pedagojik ve didaktik yöntemler ile çözemeyeceğimizi düşünüyorum. Bu yöntemler yararlı olsalar da eksikler. Mesela okumanın iyi bir şey olduğunu söylemek, didaktik bir iddiadır. Fakat tek başına bu bilgi işe yaramıyor, üniversite mezunun sayısı artsa da kitap okuma oranı artmıyor. Yani okumanın iyi olduğu bilgisi tutumumuzu, davranışımızı değiştirmeye yetmiyor. Benzer biçimde, bu ülkede hiçbir grup “zalim olma özgürlüğü istiyoruz” diyerek yürüyüş yapmadı veya hiç kimse “bende zalimce eğilimler var” demiyor. Çünkü zalimliğin kötü bir şey olduğu biliniyor. Ama bu ülkede her köşe başında şiddet ve zulüm var. Bu durum üzerine düşünmek için Arendt’in çalışması ilham verici olabilir. Hannah Arendt, Eichmann’ın mahkemesinden yola çıkarak radikal kötünün sıradanlığını anlatır bize. Arendt, radikal kötüyü sıradanlaştırırken kötüyü hafiflemiyor, bağışlanır hale getirmiyor, onu anlaşılır hale getiriyor. Çok yakınımıza getiriyor.

    Bugün kötünün ve kötülüğün ne olduğu konusunda ciddi bir kriz yaşıyoruz. Birçok kültürün ve dinin temel öğretileri, Kutsal Kitap’ın 10 Emir’i veya Hıristiyanlığın 7 günahı pek çok yerde ortaklaşır. Hırsızlık, öldürme, yalan konusunda ortak öğütler ve yasaklar vardır. Bu öğretiler bir arada yaşayan insanlar için, bir bakıma “Toplum Sözleşmesi” (Jean-Jacques Rousseau) öğeleri gibi çalışır. Türkiye toplumunda da sağcı/solcu, Müslüman/gayrimüslim gibi farklılıklarımıza rağmen bazı “kötülük”lerde herkesin ortaklaştığı dönemler vardı. Bugün çoğumuzun kabul edebileceği ortak bir “kötü” tanımımız yok. Hırsızlık, yalan, öldürme... En temel konularda bir parçalanmışlığı yaşıyoruz...

    Şahap Özarslan / Birikim

    26 Temmuz 2020 Pazar

    Koku Hafızası

    Koku, tıpkı parmak izi gibi kişiye özeldir. Her insanın kendine has bir kokusu vardır. Kişinin kendine has kokusunun oluşmasında hormonları, yediği yemekler, hatta o anki halet-i ruhiyesi etkilidir. Kişinin kendine özgü kokusunun varlığı kesindir. Polis köpeklerinin suçluların izini sürmesi ve kayıp olan birini bulması hep bu koku ile olur.

    Güzel kokunun, insanı ruhsal açıdan etkilediği bilimsel olarak tespit edilmiştir. Özellikle son yıllarda günlük hayatta yaşanılan strese karşı, iş ve ev ortamlarında güzel kokular kullanarak rahatlama, kimileri için vazgeçilmez bir alışkanlık oldu. Bir de aromaterapi (koku tedavisi) insanlar tarafından büyük alaka görmeye başladı. Bunun yanında güzel koku, insanda güzel hisler oluşturduğu için, pazarlama endüstrisinin dikkatini çekti ve alışveriş merkezlerinde de tercih edilir oldu. Özellikle mağazalarda kullanılan kokular, insanı rahatlatıp alışveriş yapma isteğini arttırıyor. Hatta belli markalar kendilerine özgü kokular ürettirerek, tüketicinin hafızasında kalıcı izler bırakmayı hedefliyorlar.

    İnsanların hafızası on bin kadar kokuyu ayırt edebilir. Hatta konu üzerinde çalışan bazı bilim adamları, koku hafızasının sınırlarını belirli bir rakama hapsetmenin yanlış olacağını, koku hissiyatımızın sayılamayacak kadar fazla kimyasal bileşimi ayırt edebilecek seviyede olduğunu belirtiyor. Koku almayı sağlayan 1000’den fazla reseptör (alıcı hücre) vardır. Bu sayede çok sayıda farklı kokuyu birbirinden ayırt edebiliriz.

    Aldığımız her kokuyu isimlendiremez, başka kokularla bağdaştırmaya çalışır ve koku hafızamızda bir yer açarız. Bunu da ilk defa hissedilen, hafızamızda bilgileri bulunmayan bir kokuyu diğer kokulara benzeterek yaparız. Böyle bir belleğimiz olmasaydı, bir kokuyu tanımlamak imkânsız olurdu. Koku alma çok hassas bir histir ve uyurken bile çalışır. Sabahları pişirilen omlet kokusu ya da kızartılan ekmek kokusu bizi uykumuzdan uyandırabilir.

    Kokuyla ruh arasındaki bağlantı
    Hafızada ciddi yer tutan kokunun, “İnsan bedeni üzerinde tesiri var mı?” sorusunun peşine düşenler tarihte farklı şeyler de buldular. Güzel koku, kişinin ruh halini doğrudan etkilediği için, manevi yönü ve ruh dünyası ile doğrudan irtibatı vardı. Eskilerin şifahanelerde güzel kokuyu kullanmalarının sebebi de kişinin ruh halini doğrudan etkilediği bilindiği içindir. Zaten güzel kokunun kıymetini bilenler, hem günlük hayatta hem de şifahanelerde kullanıyor, akıl hastalıkları güzel kokularla tedavi ediliyordu.
    ../..
    Kokular, kendileriyle bağlantılı olarak geçmişte yaşanan bazı olayları da aklımıza getirirler. Bazı araştırmalar koku alamayan insanların anılarının da silindiğini ortaya koymuştur. Hatta alzheimer hastalarıyla yapılan bir çalışma gösteriyor ki koku hissiyatını yitiren insanların alzheimer olma olasılığı da yüksek. Kokunun bir özelliği de diğer hislere (duyma ve görme gibi) göre hafızada daha kuvvetli bir yerinin olmasıdır. İnsan gördüklerinin %75’ini, duyduklarının %13’ünü, dokunduklarının %6’sını hatırlar. Peki, koklananların ne kadarı hafızada kalıyor? Bilim adamları bu soruyu kısmen cevaplasa da koku duyusuyla ilgili hâlâ cevaplanamayan sorular var.

    Kokudan gelen tedavi
    Kokunun tedavi amaçlı kullanılması ruh ile derin irtibatından başlar. Sonraki dönemlerde yapılan araştırmalar, insanların yaşadıkları olumlu ya da olumsuz hadiseler sırasında hissettikleri kokularla ruhî bir bağlantı kurduğunu gösteriyor. Yaşanılan olayla koku bağdaştırılarak hafızada yer ediyor. Bu durum tıbbi tedavilerde, özellikle psikiyatrik tedavilerde çok avantajlı bir durum haline gelebiliyor. Birmingham Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada epilepsi hastalarında kokuyla yapılan tedavi uygulaması sonucunda pek çok hastada nöbetlerin azaldığı ve hastaların rahatladığı görüldü.

    Kokunun bu denli etkileyici olmasının ilmî nedenlerine gelecek olursak, bazı bilim adamları, kokunun beyne ulaşması sırasında diğer duyuların izlediğinden daha kısa bir yol izlenmesine odaklanıyorlar. Bu özellik onun görünmeyen güçlü yanı. Bazı bilim adamlarıysa koku hafızasının çok güçlü olmasının sebebinin, beyindeki koku alma merkezinin hafıza merkezi hipokampüsle yan yana olmasına bağlıyor.

    Koku hafızasının bu kadar güçlü olması, eğitimciler tarafından da dikkate alınması gereken bir husustur. Özellikle ilkokul yaşlarında, derslerde görsel materyallerin yanında koku materyallerinin de kullanılması, öğrenilenlerin kalıcı olmasını sağlayabilir.

    Kokular ve hafıza ilişkisinin anlaşılmasından hemen sonra akıllara farklı sorular geliyor. Mesela, alzheimer tedavisinde kişilerin geçmiş hayatlarında maruz kaldıkları kokular kullanılabilir mi? Ya da insanlar kokular yoluyla etki altına alınıp yönetilebilir mi? Şimdilik bu sorular tam olarak cevap bulamasa da kokuların bize bir şeyleri hatırlattığı, bizi alıp geçmişe götürdüğü bir gerçek. Fizikçiler uğraşadursun, zaman makinesi çoktan bulunmuştur. Kokular bizi alır götürür hatıralara, üstelik de ücretsiz…


    Emine Açıkel "İnsan ve Hayat"

    OKUMA: Koku Hafızası Nedir ve Nasıl Çalışır?

    27 Şubat 2020 Perşembe

    Lümpenliğin bulaşıcı niteliği…

    Murat Sevinç:
    Maç öncesi ortalık yerde galiz küfürler eşliğinde tükürüğünü saçıp bunu marifet sayan insan; trafikte diğerlerini taciz ediyor, taksinin direksiyonunda saçmalıyor, dolmuşunda yolcu azarlıyor, dükkanında müşterisini kazıklıyor… Ya da eğer bir avukatsa örneğin, savunmasını bütünüyle ahlak ve izan dışılık üzerine inşa edebiliyor. Çünkü ‘artık’ hepsini ve ‘sakınmaksızın’ yapabiliyor, mesele bu.


    Lümpenlik bir davranış/yaşam biçimi ve her davranış gibi, bünyesinde filizlendiği sosyal-siyasal koşullar mevcut. Uygun toprağa ve ideolojiye gereksinim duyuyor serpilmek için. Siyaset, o uygun koşulları yaratan olgulardan biri ve herhalde en önemlisi. Yalnızca günlük/sığ siyasi çatışmaları değil, daha genel, dönüştürücü gücü ve niyeti olan siyasi faaliyeti kastediyorum. Gerek hakim üretim ilişkilerinin sürdürülebilmesi için ihtiyaç duyulan; gerekse yüzeysel anlamıyla siyaset, toplumun hücrelerine nüfuz etme potansiyeline sahip.
    ‘Türkiye ezelden beri şöyleydi, böyleydi,’ genellemeleri yaparak, başımıza gelenlerin gerekçelerini açıklamaya çalışmak mümkün tabii. Söze her seferinde ‘bizim memleket’ ile başlamak, ‘adam olmayız’ ile devam etmek de. Her genellemenin ve dilimize, zihnimize yerleşmiş klişelerin, konfor sağlayan bir yanı var. ‘Klişeler’ yanlış olmak zorunda değil, buna mukabil fazla kolaycı olduğunu kabul etmek gerekiyor.
    Söz konusu ‘kolaya kaçma’ eğiliminin sakıncaları malum olsa da, bu alışkanlığın (ya da tercihin) özellikle günlük yaşamda kaçınılmaz olduğu, göründüğü durumlar da var. Sanırım önemli olan ölçüyü kaçırmamak, çoğu tespitimizin acele olabileceğini ve genellemelerin aklın fikrin yerini almaması gerektiğini hatırda tutmak.
    Okuduğunuz peşrevin nedeni, aslında biraz da kendimi ikna çabası! Bir süredir genelleme yapma, tanık olduğumu büyütme eğilimine teslim olmaya başladığımı fark ediyorum. Henüz bunu fark edebildiğim, kendimden rahatsız olduğum ve okuduğunuz satırları yazabildiğim için durumumun umutsuz olmadığını düşünebilirim! Derdim, günlük yaşamda sinirle verdiğim bazı tepkilerin asıl nedenlerini düşünme konusunda daha bıkkın, yorgun hissetmeye başlamam. Bazen kızgınlığa neden olan davranışın ‘yaygınlığı’ konusunda şüpheye düşmem. Ardından, o şüphenin kendisi hakkında şüpheye kapılmam! Zannettiğim, dilediğim ölçüde ‘münferit’ olmayabileceği yönündeki kaygılarım.
    “Canım, milyonlarca insan böyle davranıyor ya da düşünüyor değil ki!” Bu bir varsayım kuşkusuz. Büyük olasılıkla doğru ama ‘diğerinin’ yaşamını cehenneme çevirmek için, rahatsız edici/bezdirici hal ve tavırların ‘milyonlar’ tarafından sergilenmesine gerek yok. Söz konusu büyük nüfusun şu ya da bu gerekçeyle susması, görmezden gelmesi ya da daha fenası ‘umursamaması,’ birlikte yaşam ve ortak kamusal mekân ihtimalini zayıflatmaya yetiyor. Azgın bir lümpen azınlık, suskun ve bezgin çoğunluğun geleceğini karartma, umutsuzluğa sevk etme becerisine sahip.
    Türkiye başka pek çok konuda olduğu gibi lümpenleşme konusunda da ‘şahken şahbaz oldu’ gibi. Geçmişe yönelik ısrarlı ‘özlem’ cümlelerinin ve ölçüsüz güzellemenin anlamsız olduğunu düşünmekle birlikte, Türkiye ortalamasının kendi yaşam sürem içinde dahi belirgin biçimde hoyratlaştığını gözlemleyebiliyorum. Bu gözlem muhtemelen biraz doğru, biraz eksiktir. Çünkü kırk yıl öncesine dair ‘gözlem’ diyebileceğim her ne varsa, aslında o yaşın dünyasında yer alabildiği kadardı. Ayrıca bunca yıl her şey değişirken, toplumsal ilişkilerin aynı kalması da herhalde mümkün değil. Tüm bu çekincelerle birlikte, yine de durumun on yıllar öncesinden daha vahim olduğunu görmek mümkün. Kuşkusuz vahametin gerekçelerini tahmin etmek de.
    Uzun süredir tanık ve muhatap olduğumuz iktidar haleti ruhiyesi ve ondan bağımsız olduğunu düşünmenin mümkün görünmediği günlük sorunlar, giderek olağanlaşan şiddet, vasatın hoyratlığı, insanı sözsüz bırakan arsızlık, yüzsüzlük, adaletsizlik örnekleri makul düşünmeyi ve davranmayı giderek zorlaştırıyor.
    ‘Lümpenleşme’ ise hemen her musibetin mayasında var. Kadına şiddet uygulayan erkek, çocuğu taciz eden yetişkin, yalan söyleyen siyasetçi, usulsüzlük yapan bürokrat, intihalci bir akademisyen, muhbirliği meslek edinmiş bir öğretim üyesi ve öğrenci, şiddet kullanan ve bundan zevk alan güvenlik görevlisi, herkese aptal muamelesi yapmakta hiç duraksamayan basın mensubu… Tümü aynı zamanda lümpenlikten mustarip ve demokrasi yoksunluğundan, hukuk dışılıklardan, yozlaşmadan, gelenek tanımazlıktan beslenen bu davranış biçiminin bulaşıcı özelliği (belki de cazip gelen bir yanı) var! Birlikte yaşam için gerekli asgari ilke ve kuralları ihlal etmek ve edebildiğini, karşılığında bedel ödemediğini görmenin cazibesi. Bedel ödemeyecek olmak bir yana, benzerlerince takdir edilmek. Kendine benzemeyenleriyse ürkütmek, korkutmak, kaçırmak, pes ettirmek. Lümpenleşme, hukuk tanımazlıkla yakın akraba ve buradaki hukuk tanımazlıkla kastım yalnızca resmî değil, gayri resmî hukuk; toplumsal alana ilişkin.
    Yalnızca güncel bir örneğe bakalım. Günlük yaşamımıza dair ve son günlerde basında/sosyal medyada yer alan, giderek sıradanlaşan, sıradanlaştığı ölçüde ürkütücü hale gelen zorbalık ve lümpenlik hikâyeleri. Toplumsal yaşamın gereksinim duyduğu asgari edebi dahi reddeden bir hal ve gidişat!
    Bir iki gündür, bazı taraftar kümelerinin toplu taşıma araçları ve bir lokantadaki davranışlarını seyretmek zorunda kalıyoruz. İnanılır gibi değil, diyeceğim, fakat doğru ve inandırıcı bulunmayacak, biliyorum. Çünkü hem inanılır, hem de beklenebilir davranışlar bunlar. Kamusal alanda, çılgınlar gibi bağırıp çağıran ve küfreden erkek güruhlar. Çekindikleri hiçbir şey olmadığı gibi, yaptıklarının çekinilmesi gereken davranış olduğunu da düşünmüyorlar. Görüntülerden haberdarsınızdır. Olup biteni, dehşete düşüren pervasızlığı ‘münferit’ diyerek geçiştirmek olanaksız, çünkü değil. İlk gençlik yıllarımda epeyce maç maceram olmuştu İnönü Stadyumu’nda. Yeni Türkiye’nin henüz stadyum isimlerini de rezil etmediği yıllar. Küfür o zaman da vardı. Hatta yıllar önce bir maç esnasında, o sırada sahada olmayan takımın antrenörü Fatih Terim’in ‘ailesine’ edilen sonu gelmez küfürleri işitince bir daha maça gitmek gelmedi içimden. (Ankara’daki bir iki Gençler maçı hariç!)
    Fakat halihazırdaki durum, o günlerle karşılaştırılamayacak ölçüde vahim. Ortalama yetişkinin iyi ihtimalle perişan ergenlere dönüşüverdiği stadyumun dışında ve yalnızca bir takımla sınırlanamayacağı da açık. Semtlerin sembolik mekânlarında maç öncesi taraftar gösterilerine defalarca tanık oldum ve yüzlerce taraftarın asgari edep-adap kurallarını dahi nasıl yok sayabildiklerini gördüm. Hakikaten ürkütücü bir lümpenlik hali bu. Her şeyi yapmayı, her cümleyi kurmayı, her küfrü edebilmeyi, her tacizi kendinde hak görme durumu. Rahatsız olan ‘çoğunluğu’ suskunlaştıran, uzaklaştıran, ‘sıradanlaşmış’ bir ahlaksızlık. O çoğunluk suskunlaşıp ürktüğü sürece daha fazla yüz bulan ve henüz yolun başındaki toy ‘edepsiz adaylarına’ umut veren bir yoksunluk.
    Benzer tavır ile ortak yaşam mekânlarının tümünde karşılaşmak mümkün. Maç öncesi ortalık yerde galiz küfürler eşliğinde tükürüğünü saçıp bunu marifet sayan insan; trafikte diğerlerini taciz ediyor, taksinin direksiyonunda saçmalıyor, dolmuşunda yolcu azarlıyor, dükkanında müşterisini kazıklıyor… Ya da eğer bir avukatsa örneğin, savunmasını bütünüyle ahlak ve izan dışılık üzerine inşa edebiliyor. Çünkü ‘artık’ hepsini ve ‘sakınmaksızın’ yapabiliyor, mesele bu. Örneğin, geçen ay bindiğim bir Kadıköy dolmuşunun arka camında boydan boya iliştirilmiş bir atkı, atkının üzerinde namlı bir mafya babasının fotoğrafı ve ‘özlü sözleri’ vardı! Dolmuş sahibinin bu durumu hiç dert etmemesini ve yolcuların yadırgamamasını nasıl açıklamalı?
    Her yerde muhatap olunan şirretlik, hoyratlık, cahil özgüveni ve kibri. Her yerde. Lümpen ve azgın bir ‘azınlığın,’ kendi halinde yaşam sürmeye çalışan dürüst yurttaş kesimlerine eziyet ettiği bir siyasal-toplumsal düzen.
    Yaşamın hemen her alanına nüfuz ederek, kendi halinde olanı ürkütüp sindiren lümpenlikle mücadele edilecekse eğer, herhalde öncelikle bu felaketin boyunu posunu kabul etmek gerekiyor. Taraftarından esnafına, akademisinden hukukçusuna, siyasetçisinden bürokratına, bulaşıcılığını… Hâkim hale geldikçe dikkat çekici olmaktan çıkıp sıradanlaşan, sıradanlaştığı ölçüde çürüten ve tüketen, ülkeyi dürüst bir yaşam sürmek isteyenler için gitgide daha da tahammül edilmez bir yere dönüştüren bir felaket.
    Bir sonuç ve neden olan ‘lümpenlik’ kötülüklerin anası mıdır bilinmez, ancak sayısız kötülüğün mütemmim cüzüdür, demek çok yanlış olmaz sanırım…

    21 Şubat 2020 Cuma

    Bir Irkçı'nın Beyni Nasıl İşler

    Bir ırkçının beyni nasıl işler? Irkçılık herkesin nöronlarında var mı, iradenin rolü ne?

    İnsanlığın tarihi gelişimi sürecinde ve modern çağlarda da kurtalamadığı bir olgu olarak görülüyor ırkçılık. Bilgiye ulaşmanın son derece kolaylaştığı, dolayısıyla da 'başka olan'ın bilinmezliğinin büyük ölçüde ortadan kalktığı bir çağda, bu çağın insanoğluna sunduğu en özgür ifade alanı olarak sayılabilecek sosyal medyada ırkçılığın yankılarını duymak mümkün.

    Fakat politik hesapların ötesinde, ne tür bilişsel mekanizmalar ırkçılığı üretiyor? Ya da başka bir deyişle, bir ırkçı aklında ne var?

    Wired dergisinin konu hakkında New York ve Amsterdam Üniversiteleri'nde doçentlik yapan nörobilim uzmanı David Amodio ile söyleşisi şaşırtıcı sonuçlar ortaya koydu.

    Amodio'ya göre tüm insanlar bilinçsizce de olsa biraz ırkçı ama bu önyargılarının kontrolü aynı zamanda kendi elinde.

    'Irkçılık en çok 'duygu eksikliği' ile ifade buluyor'
    Profesör Amodio, ırkçı davranışları ortaya çıkaran duyguların sosyal durum ve gruplar arasındaki ilişkilere bağlı geliştiğini belirtiyor. Buna göre ırkçı tepkiler; korku veya tehdit, kin, hor görme ve iğrenme gibi duygularının farklı kombinasyonlarıyla ortaya çıkabiliyor.

    Ancak Amodio'ya göre ırkçı davranışlar en çok 'duygu eksikliği' ile ifade buluyor. Örneğin karşısındaki yok farz ederek veya insan kimliğinin dışına çıkararak.

    Zararsız bir etnik azınlığın üyelerine karşı duyulan korkunun temelinde ırkçı stereotiplerin ve önyargıların olduğunu belirten nörobilim profesörüne göre önyargılar; ekonomik tehditler, göreceli olarak yoksunluk hissi, steriotipler vasıtasıyla diğer grubun potansiyeli ya da düşmanlığı düşünceleri ile tahrik ediliyor.

    'Bilinçaltı ırkçı önyargı her insanda kasıt olmadan ortaya çıkan bir durum'
    'Bilinçaltı ırkçı önyargılar' hakkıda çalışmalar yapan Amodio bu kavramı "Herkesin davranışında bilinçli olmadan veya kasıt olmadan ortaya çıkan bir önyargı modeli" olarak tanımlıyor.

    Duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasında öncül bir role sahip olan beynin amigdala bölgesinin 'bilinçaltı ırkçı önyargılar'ın oluşumunda etkisi hakkında çok az kanıta sahip olunduğunu ifade eden profesör, ön korteks ve striatum bölgesinin bu alanda daha direkt etkili olduğunu belirtiyor.

    'İnsan davranışları üzerinde büyük bir kontrole sahip'
    Amigdalanın, bilinçaltı düzeyde önyargılara bağlı tehditlerin öğrenilmesinde rolü olduğunu belirten nörobilimci, güven ile ilişkili konularda karar alma mekanizmasında beynin başka bölgelerinin devreye girdiğini ifade ediyor. David Amodio, bu noktada insanın davranışları üzerinde büyük bir kontrol kapasitesine sahip olduğunun altını çiziyor.

    Amodio'ya göre, insanın önyargılardan arınmış bir tepki vermesi için motive olması gerekiyor. Doğru davranış biçiminin nasıl olduğunu bilmek de önemli.

    'Kültürel önyargılardan kurtulmak çok zor'
    Basmakalıp düşüncelerin ve önyargıların gelenekler ve kültürle aktarıldığını belirten Amodio beyne işlemiş bu duygulardan kurtulmanın çok zor olduğunu belirtiyor. NYU doçenti, bu konuda en etkili yöntemi, akla gelen her türlü önyargıyı görmezden gelmek yaklaşımı olarak ifade ediyor. Yani beyinde önyargıların oluşmuş olması bunun davranışlara yansımasını gerektirmiyor.



    Euronews


    1 Ocak 2020 Çarşamba

    Kullandığınız her sözcükle bir anlaşma imzalarsınız

    Kullandığınız her sözcükle bir anlaşma imzalarsınız.

    Hem kendinizle, hem karşınızdaki ile ve hem de tüm evrenle!
    Bir insan gelecekte ne yaşayacağını merak ediyorsa
    Bugün ne konuştuğuna baksın.
    *Sadece OLMASINI İSTEDİĞİNİZ şeyleri söyleyin.*
    "Hasta olmak istemiyorum" yerine,
    *”Sağlıklıyım."*
    "Yaşlanmak istemiyorum" yerine
    *"Her daim genç kalacağım.."*
    *Öyle ki beyin negatifi algılamaz. Söylenen her sözü gerçek kabul eder.*
    Mesela siz, *"Unutma"* dediğinizde onu *"unut"* olarak algılar. *"Aklında tut"* demek daha doğrudur.
    Birisine, *“Panik yapma”*
    Dediğinizde daha fazla panik olacaktır. Bunun yerine *"sakin ol"* demek daha uygundur.
    Bu yüzden, *ne istiyorsak onu söylemeliyiz!*
    Birisi sizi gördüğünde *"hasta gibi görünüyorsun"* derse ve siz buna inanır, onaylarsanız, anında anlaşmayı imzalamış olur ve hastalanırsınız.
    Bazı insanlar hastalıklarına sıkı sıkı sahip çıkarlar.
    *"Benim şekerim var!"*
    *"Benim tansiyonum var!"*
    *”Benim kolestrolüm yüksek!”*...
    *BENİM..!!!* diyerek sahip çıkarsanız o hastalık da sizi hayatta bırakmaz!
    *"BEN" diye başlayan her cümleyi bilinçaltınız sahiplenir ve emir kabul eder.*
    *FARKINDALIĞI OLAN KİŞİ İSE; bedeninin kendine verdiği mesajdan ders çıkarır* Ve şu soruların cevabını arar;
    *"Bilmem gereken şey ne?”*
    *”Hayatımda neyi değiştirmem gerekiyor?"*
    *"Nerede hata yaptım ki; hastalıkla bedenim beni uyarıyor?"*
    Büyüklerin çok söylediği bir söz vardır:
    *"Bir şeyi kırk kere söylersen olur."*
    Hiç düşündünüz mü neden acaba?
    *Çünkü dil neyi çok söylerse, bilinçaltı onu gerçek kabul eder ve beyin gerçekleştirmek için harekete geçer.*
    *OLUMLU KONUŞMAK ve OLUMLU DÜŞÜNMEK işte bu yüzden çok önemlidir.*
    *Ağzınızdan çıkan cümleleri değiştirin, hayatınız değişsin..*
    Sözlerinizle birlikte, düşünceleriniz değişmeye başlar. Düşünceleriniz değiştikçe de; davranışlarınız değişir ve siz başka birisi olursunuz.
    *Bir bakarsınız ki yaşamınız, söyledikleriniz ve düşündükleriniz, davranışlarınız olmuş..*
    Şimdi şu iki cümleye bakın. Ve iki cümlenin de ayrı ayrı size ne hissettirdiğini düşünün..
    - “Bugün hava çok güzel ama yarın yağmur yağacak.”
    - “Yarın yağmur yağacak olsa bile bugün hava çok güzel!”
    Sadece iki kelime <AMA> ve <OLSA BİLE> kelimeleri cümledeki ifadeyi ne kadar değiştiriyor değil mi? İlkinde olumsuz bir duygu durumu ikincide ise her şeye rağmen mutlu olma durumu.
    *Biz sade düşüncelerimizden değil, duygularımızdan da sorumluyuz.*
    *İçimizdeki kinden, nefretten, intikam duygusundan yükselen eksi elektrik, dünyadaki bütün zerreleri ürpertiyor,*
    *Veya içimizden yükselen ve içine yeryüzündeki bütün insanları, bütün hayvanları, bütün nebatatı, bütün eşyayı alan hayırlı bir dua, güzel bir dilek dalga dalga bütün zerrelere, iyinin, güzelin, temiz, asil ve yüce olanın ışınlarını yayıyor.*
    *Ne olur kalbimizi, kafamızı hep sevgiyle, saygı ile, edep ile, incelikle ve güzel duygularla dolduralım."*

    * Şems-i Tebrîzî der ki;*
    * Eğer hala KIZIYORSAN* Kendin ile olan kavgan bitmemiş
    *Eğer hala KIRILIYORSAN* Gönül evinin tuğlaları pekişmemiş
    *Eğer hala KINIYORSAN*
    Af makamına ulaşmamışsın; öfke ve kin seni cayır cayır yakıyor
    *Eğer hala ”BEN” demekten vazgeçmiyorsan*
    Dizginlerin hala nefsinin elinde ve sen bu esarete boyun eğiyorsun
    *Eğer hala musibetlere ÜZÜLÜYORSAN*
    Gerçeği bilmiyorsun
    *Eğer hala ŞİKAYET ediyorsan*
    Hakikatı göremiyorsun.
    Ve Hz. MEVLANA ile yazımızı süsleyelim. Hz. Mevlana der ki;
    *”Ey kardeş! Sen ancak bir düşünceden ibaretsin. Ondan başka neyin varsa, kemiktir, ettir. Eğer düşüncen, manevi varlığın gül ise, sen de gül bahçesisin; diken isen küllüğe atılacak odun gibisin.”*
    Huzurlu, mutlu, güzel günler yaşamanız dileğiyle.

    Doç.dr Süleyman Coşkuner

    22 Kasım 2019 Cuma

    Tüm rolleri bir kişinin oynaması imkansız.

    Hayatınızda eksik olan güven ve ilham kaynağını bulmak istiyorsanız, kendinizi destekleyici insanlarla kuşatmanız gerekir.
    Herşeyden önce, etrafınız kötümser ve şüphecilerle dolu olmadan bile olumsuzluklardan kaçınmak tek başına zordur. Pozitiflik çemberinize kimlerin dahil edeceğini düşünürken, göz önünde bulundurmanız gereken altı kişilik türü vardır.

    -Birincisi Katalizör. Bu, sizi saklı kalabilecek heyecan verici fikirler ve fırsatlar ile tanıştırarak hayatınızı değiştirebilecek olan göz açıcı kişidir. Bu, ilham almak için her zaman mükemmel bir kitabı önerebilecek, yaratıcı veya çok okuyan bir arkadaşınız olabilir.

    -İkincisi Oyuncu. Bu, kendinize acımanıza izin vermeyi reddeden ve her zaman size hayatta iyi ve güzel olan herşeyi hatırlatan bir gülümsemeye sahip olan eğlenceli arkadaşınızdır.

    -Bundan sonra şefkatli var. Ağlamak için bir omuza veya yataktan kalkamayacak kadar hasta olduğunuzda tavuk çorbası getirecek birine ihtiyacınız olursa, şefkatli sizin için oradadır, hiçbir soru sormaz.

    -İlham veren, cesaretlendirip destekleyen, bilgelik ve umut dolu olan arkadaşınızdır. Ne zaman bir ilham verici ile tanışırsanız, hayatın imkanları üzerine güven ve heyecanla dolup taşarsınız.

    -Meydan okuyan, insanları yeni bir ışıkta görmek istediğinizde gideceğiniz kişidir. Meydan okuyanlara bu ismin verilmesinin nedeni statükoya meydan okumalarıdır. Sıradan küçük konuşmalarda harika olmayabilirler, ancak onların benzersiz bakış açıları ve akıllara durgunluk veren tartışmaları için onlara değer verirsiniz.

    -Altı numara Sevgilidir. Şimdi, bu illa ki aşık olduğunuz kişi değil, koşulsuz sevgi sunan ve yargılanmadan rahatça konuşabileceğiniz kişidir. Bu kişi çocukluk arkadaşı veya ebeveyn olabilir, ancak ne olursa olsun, en kötü anınızda yanınızdadır.

    Ayrıca iç çemberinizin bir bonus üyesi de var: Yapıcı, tabii ki, romantik partneriniz bu kişidir. Önceden eşinizin sıralanan her şey olması gerekmediğini anlamak önemlidir.
    Pek çok ilişki, bir eşin başka her özelliğin yanısıra şefkatli, ilham verici, zorlayıcı ve eğlenceli olmasını beklemek şeklindeki gerçekçi olmayan talepler yüzünden başarısız olur. Dolayısıyla, bu rollerin çoğunun genellikle başkaları tarafından yerine getirildiğini unutmayın.

    Ken Robinson
    http://sirkenrobinson.com/

    2 Ağustos 2019 Cuma

    Depresyon, Kaygıdan Kaçış: “Kendini Sorgulamamak”

    Gazetelerin yayın politikalarında magazin haberlerin önemli bir ağırlığının olduğu aşikâr. Bu ilgi çekici haberler daha ziyade gündelik hayata ilişkindir. Kişinin etkisinin hayli düşük olduğu, sadece tanıklık edebildiği büyük diplomatik, politik ya da iktisadi haberlerden farklı olarak “sıradan insanı” ilgilendiren sudan haberlerdir bunlar: yapılan bilimsel araştırmalara göre diş etlerinizi korumak için kahve ile sigara tüketmeyin, aşk acınızı hafifletmek için doğa gezilerine çıkın, stresle baş etmek ve güne zinde başlamak için sabahları limon kabuğu kemirin, tırnaklarınızı keserken televizyon izlemeyin... 
    Bu ilk bakışta “zararsızmış” gibi görünen sevecen haberlerin “dili” dışlayıcı değil, kuşatıcıdır; ayrım gözetmeksizin “herkesi” yörüngesine alır. Muhatabıyla senli benli konuşan bu dil bir tür yaşam koçluğu, kişisel gelişim taktikleri içerir. Kişinin şu ya da bu sebeple ilgilenemediği, yeteri kadar düşünemediği şeyleri, başkaları onun adına düşünüyor, üstelik ona kimi işlevsel reçeteler de sunuyordur. Ama külyutmaz sıradan insan kolay kolay “ikna” olmaz, haberler ikna problemini çoğun “uzman” görüşlerine başvurarak çözer. Kişiyi kişiden daha çok düşünen, yönlendiren, telkinlerde bulanan ses genellikle bir uzmanın sesidir. “Konuşan” fail her durumda bilgi ile donatılmış bir uzmandır, böyle olunca da akan sular durur...

    ***

    İnternet yayıncılığı yapan Gazete Duvar’da yer alan, benzerlerine başka mecralarda da sıkça rastlanan, ağır ve yüklü politik haberlerin kıyısında geçen bir haberin ünlemli başlığı: “Tatil sonrası depresyonu önleyin!” Başlıktan da anlaşılacağı üzere, hedef kitlesi olarak öncelikle “çalışanları” ama çalışanlar arasında da tatile çıkma imkânı olanları (prekaryayı?) ilgilendiren bir haber bu. Önlem alınması gereken esasında bir değil, “iki” depresyon vardır ama “tatil sonrası depresyon” ifadesi “tatil öncesi depresyonu”, yani çalışma sürecinde vuku bulan türlü bunalımları hasıraltı eder, önemsizleştirir. Tatil öncesi depresyonun katlanarak büyümemesi için “dönüş”te zuhur edecek olası bir depresyonu önlemek çok daha elzemdir. Müşfik, halden anlar, konuşur gibi ilerleyen bir dille açılır haber:

    “Bütün bir yıl çalıştınız, hem fiziksel hem zihinsel hem de ruhsal açıdan iyice yoruldunuz. Kiminiz ailece, kiminiz arkadaşlarıyla, kiminiz de tek başına çıkacak tatile. Hedef, iyice dinlenmek, sıkıntılardan, dertlerden, en başta da işyerindeki sorumluluklardan, yoğun tempodan uzaklaşmak. ‘Tatil iyi geçmez mi’ dediğinizi duyar gibiyiz, elbette ‘zihniniz iyi geçmesine hazır olunca iyi geçer şüphesiz’ ama ya dönüşü! Tatilin huzurunu, dinginliğini, o iş hayatından uzaklığını hissederek bir yandan da nasıl bir strateji uygulamalı?”[1]
    Bozuk bir dil ama önemli değil, meram gayet anlaşılır: “bütün bir yıl” çalışılmıştır, çalışan özne bu zaman zarfında fiziksel, zihinsel ve ruhsal açıdan yorulmuştur. Tatilin “görünür” amacı dinlenmek, dertlerden ve sorumluluklardan kısa bir süreliğine de olsa uzaklaşmak, yorgunluktan kurtulmak; tatil öncesinde iyice yıpranmış bedeni ve ruhu toparlamak, daha enerjik bir biçimde “işin başına” dönmektir. Dipteki amaçsa aslında çalışan kişinin tatil yapması değil, daha üretken bir şekilde işe koşulmasıdır. Tatille kesintiye uğramış çalışma hayatına dönüşte daha “performanslı” olmak için, tatilin tıpkı çalışma hayatında olduğu gibi bazı “stratejilere” yaslanması gerekir, aksi takdirde tatilin bir anlamı kalmayacaktır. Okurunun sesini duyan haber, yüksek kalitede bir tatil için fedakârca kafa yorar: “nasıl bir strateji uygulamalı?”

    Söz konusu sempatik haber “uzman” görüşlerini eksene alarak, bazı kilit stratejiler paylaşır müstakbel tatilci okurlarıyla. “Acıbadem Fulya Hastanesi’nden uzman psikolog” Nuray Sarp, 9 maddelik bir strateji paketi sunarak, tatilcilerin tatillerini beklenilen bir “verim”le geçirmeleri için söz alır. Bu stratejiler özetle şunlardır: Tatile çıkacak kişi tatil sırasında işyerinden “sorumluluk” almamalıdır zira oraya çalışmaya değil, dinlenmeye gidiyordur; kişi tatilde çalışma koşullarıyla alakalı “geçmiş” sıkıntıları değil, daha ziyade geleceği ve “hedefleri” düşünmeli, muhtemel yükselme hayalleri kurmalıdır; tatilci insan çalışmadığı için asla “yatak keyfini uzatmamalıdır”, uyku her zamanki uyanma saatini sadece bir iki saat geçmelidir; “bol bol su tüketilmeli”, alkole karşı kesinlikle ölçüsüz davranılmamalıdır zira “fazla tüketilecek alkol altyapıdaki sorunları, bekleyen depresyon eğilimlerini” kışkırtabilir; elbette beslenmeye, özellikle “şekerli ve karbonhidratlı yiyeceklere” dikkat edilmelidir zira tatilde alınacak “fazla kilolar depresyona” davetiye çıkarabilir; dünyadan kopmamak için tatilde “gazete” ve sair kaynakların takibi de yapılmalıdır zira dönüşteki olası “uyumsuzluk” ancak dünyadan haberdar olmayla aşılabilir...

    ***

    Depresyonun kısacık bir tatilde bile nereden ve nasıl geleceği belli değildir, fazladan bir kadeh rakı “altyapıdaki sorunları, depresyon eğilimleri”nden birini tetikleyebilir, bu nedenle, orta boka filizlenecek depresyonu adeta şeytan kovar gibi defetmek için uyanık olmak gerek. 9 maddelik strateji ve verimlilik paketinin en ilginç ve müthiş maddesi “ Arkadaşlarınızla Telefonu Kesmeyin” başlıklı 5. madde. Dildeki şefkatli ton, bu maddede yerini hafifçe azarlayan, “bak akıllı olun yoksa” diye seslenen bir tona bırakır, maddenin tamamı:

    “Tatile çıktım diye işyerindeki arkadaşlarınızla iletişimi kesmeyin, sosyal ilişkileri koparmayın. Tatilde arkadaşlık ilişkilerinden uzaklaşmak ‘hayat çemberi’ diye ifade edilen çemberin dışına çıkmak, kişinin kendini sorgulamasına neden olabilir. ‘Acaba ben bu hayatta ne yapıyorum’ diye düşüncelere kapılan kişide anksiyete [kaygı] belirebilir.”

    Son derece teknik ama belli ki vaka malzemeleriyle oluşturulmuş “hayat çemberi” tabiri enfes; kapitalizm tarafından sinsice kuşatılmayı, amansızca hapsedilmeyi açıkça dile getirdiği için. Bu tabire göre, kişinin “toplumsal ilişkileri” ve “iletişim” kanalları bütünüyle iş yerindeki arkadaşlarından ibarettir: Adamın ya da kadının hayatı iştir. İş dünyası dışında herhangi bir arkadaşlık yahut başka bir toplumsal bağ söz konusu değildir, olamaz da. Tatil esnasında bu kutsal çemberin dışına asla çıkılmamalı, “telefon” bağlantılarıyla çemberin içinde olunmalıdır. Telefonla iletişim aksıya alınırsa kişi “hayat çemberi”nin dışına taşacak, yapmaması gereken bir şeyi yapacak ve kendini sorgulayacaktır: “Acaba ben bu hayatta ne yapıyorum?”

    Depresyon dinamitinin fitilini ateşleme potansiyeli yüksek, insanın asla ama asla kendine sormaması icap eden; alkolden, fazla uykudan, karbonhidrattan daha tehlikeli bir soru bu... Hem tatil faslında, aslında hayatın tüm fasıllarında, durup dururken kendini sorgulamanın ne âlemi vardır. Çemberin dışına çıkmak mantıksızlıktır. Ucu günümüz kapitalist toplumunun muhakemesine, bu muhakemede öznenin kendi konumunun da fotoğrafını çekmesine varacak şekilde dünyayı sorgulamak: ilişkileri mukayese etmek, olan bitenler hakkında akıl yürütmek, ilişkilerin iç bağlantılarını düşünmek, sömürülme mekaniğini tartışmaya çalışmak... Gereksiz olmanın yanı sıra kaygı yaratacak bir süreçtir bu... Bu sancılı sorgulama sürecinden kaçışın tılsımlı kurtarıcı aracı ise “telefon”dur! İşyerinden birilerine telefon açılır, eften püften birkaç cümle sarf edilir ve bu zararlı soru daha doğmadan oracıkta boğulur. Harika!

    Kişiyi “hayat çemberi”nin dışına çıkaran, olmadık kaygılara gark eden, depresyondan depresyona iten “acaba ben bu hayatta ne yapıyorum” gibi sorular, her ne şekilde olursa olsun geçiştirilmelidir. Psikoloji değil, öncelikle kapitalizm bu sorulardan hoşlanmaz. Ama sorunun kendisinden ötürü değil, verimliliği düşüreceği (kapitalizm sömürü düzeneği içinde tuttuğu bir zihnin kapitalizmden başka bir şeye odaklamasını istemez), hatta kaygılar eşliğinde de olsa olası bir muhalif damarı seğirtebileceği içindir bu haz etmeme hali...

    Gerçeği tam olarak söylemese bile, Lacan’a göre “kaygı yalan söylemez.” Tatil dönüşü ya da çalışma döneminde, depresyona karşı önlem alması gereken prekaryanın (çalışan kesimin) kendi kaygıları üzerine hiçbir surette düşünmemesi, bu kaygıları oluşturan siyasi içerikleri, iktisadi dinamikleri kavramaması, yangından kaçar gibi depresyon hayaletlerinden kaçması, kaygıların üzerini örtmesi, zihinsel bir erozyon yaşaması, bu erozyonun devamlılığı için de kapitalizmin dümen suyunda yıkanmış bir örgütlü psikoloji, tüketim ve pedagoji sektörünün seferber edilmesi: yalanın sürgit kılınması değil midir bunlar?

    ***

    Son olarak, bahis “acaba ben bu hayatta ne yapıyorum?” gibi varoluşçu bir soruya uzanmışken: keşke birileri vakti zamanında Albert Camus, Samuel Beckett gibi depresif insanları, ellerine birer akıllı cep telefonu tutuşturup da tatile yollasaymış, mümkünse de Güney’e... Bol su içip, dengeli uyuyup, düzenli beslenip “bakir” doğa güzelliklerinin tadını çıkarsalarmış. “Hayat çemberi”nin içinde kalıp şeker mi şeker mesai arkadaşlarıyla konuştukları bir tatil... Fena mı olurdu, az biraz nefes alırdı insanlık...

    Derviş Aydın Akkoç - 28 Temmuz 2018

    www.birikimdergisi.com/haftalik/9027/depresyon-kaygidan-kacis-kendini-sorgulamamak